Türkiye’de 90’lı yıllarda demokrasi ve siyaseti kilitleyen en kritik olay tarihe “post-modern darbe” diye geçen ordunun bürokrasi ve medyayı azamî ölçüde kullanarak hükûmeti düşürmesiydi.

Takvimler 1997 yılını gösterdiğinde o güne kadar bir şekilde kendini frenlemiş olan ordu 17 yıl sonra yine tanklarıyla kentin sokağındaydı. 1995 genel seçiminden sonra ancak üç ay sürebilen ANA-Yol hükûmetinin dağılmasıyla kurulan Refah-Yol koalisyonundaki Refah Partisi’ni (RP) yüksek rütbeliler devre dışı bırakmak istiyordu.

Eski Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’in “Başbakan Çiller tak diye söyler ben şak diye yaparım” ifadesinde karşılığını bulan ordu ile hükûmet arasındaki “eşsiz uyum” dönemi artık bitmişti. Zaten Güreş de siyasete atılmış, Doğru Yol Partisi’nden (DYP) vekil olmuştu.

28 Şubat, tam da Susurluk skandalında devletin asker ve emniyet kurumlarındaki çürümenin gün yüzüne çıktığı dönemde yaşandı. Olay soruşturulurken Türkiye Büyük Millet Meclisinde farklı partilerin milletvekillerinden kurulan Susurluk Komisyonu, Jandarma Komutanı ve eski MİT Müsteşarı Teoman Koman ile eski Genelkurmay Başkanı Necdet Üruğ’un dinlenmesini de istemişti.

Son yıllarda iktidarın Gezi Parkı’ndan Ayasofya meselesine ve İstanbul Sözleşmesi’ne değin birçok alana el atması dolayısıyla kutuplaşma üzerinden tabanını konsolide ettiği, siyasal muhalefeti oyuna getirmeye çalıştığı ve güç gösterisinde bulunduğu yorumları yapılıyor. O gün 28 Şubat da algıyı, dikkati başka yöne çekme, “gündem değiştirme” teziyle tarif edilebilir miydi? 28 Şubat Susurluk’u unutturma operasyonu muydu? Tamamen öyle değilse bile “irtica tehlikesi” kavramının dolaşıma sokulmasıyla gelişen olaylar zinciri birçok şeyi unutturacaktı…

“Derin devlet” ile işbirliği yaptığı izlenimi yaratan DYP ise 90’ların sonuna doğru yavaş yavaş çözülmeye başlayacak, bir süre sonra da “sırları” kalacaktı gerisinde; ama ayrıca ne başbakanların bildirilmemiş malvarlıkları, yolsuzluk iddiaları araştırılacak ne de örtülü ödenekte usulsüzlük gerekçesiyle verilen önergeler hatırlanacaktı bir daha...

En önemli gündem “irtica tehlikesi” ve “irtica ile mücadele” oluverecekti…

28 ŞUBAT NASIL BAŞLADI?

RP’nin hükûmet kurmasından “rahatsızlık duyan” ordu o tarihten sonra Başbakan Necmettin Erbakan’ı ve partisini yakın markaja aldı. Akabinde ise medyayı bir halkla ilişkiler aracı gibi kullanarak “psikolojik savaş” başlattı. RP’nin tüm faaliyetleri izleme altındaydık artık.

RP-DYP koalisyonunun kurulmasından altı, Susurluk skandalından üç ay sonra hükûmete (9 Ocak 1997) “terör olayları, kanunsuz grev, lokavt ve işi bırakma” diye ucu açık ifadelerle sınırsız yetkiler içeren bir genelge imzalatıldı. Bu genelgeye göre çıkarılan yönetmelikle “herhangi bir kriz anında” hükûmetin yetkilerini Millî Güvenlik Kurulu (MGK) sekreteri aracılığı ile orduya devreden “Başbakanlık Kriz Merkezi” kuruldu. Yürütme kurumunun yetkilerinin direkt askeriyeye geçmesi demekti bu. Genelkurmay’dan yönetilen merkez ile askerler il ve ilçe yönetimlerinde, kamu kurumlarında örgütlenmeye başladı.

Tam da bu dönemde özellikle medya ile doğrudan ilişki kurulması operasyonun en önemli parçasıydı. “Merkez medya” -gazetelerin manşetlerinden görüleceği üzere- gazeteciliğin en önemli ilkesi editoryal bağımsızlığı bir yana bırakarak “ordu güdümlü” haber pratiğine kolayca uyum sağladı, medya özdenetimini kaybetti. Hemen her dönem olduğu gibi gücün yanında konumlanan holding medyasında bu durum günler sonra ortaya çıkacak bir “andıç” ile duvara toslayacak veya “güdümlü haberciliğin” medyada nasıl bir alışkanlık hâline geldiğini gösterecekti.

(Literatüre andıç skandalı olarak geçen olay 28 Şubat’tan yaklaşık bir yıl sonra yakalanan PKK yöneticilerinden Şemdin Sakık’ın alınan ifadesine eklemeler yapılmasıyla vuku bulmuştu. İfade tutanağı İnsan Hakları Derneği Başkanı Akın Birdal ve Mehmet Ali Birand, Cengiz Çandar gibi gazeteciler hakkında suçlayıcı ifadelerle basına servis edilmiş, bazı gazete ve kanallarda yayımlanan “andıç-haberler” ile iftira, hedef gösterme ve karalama operasyonu yapılmıştı. Derneğin başkanı Birdal bu haberlerden sonra silahlı saldırıya uğramış, gazeteci Birand da işinden olmuştu.)

Refah-Yol hükûmetinin kurulması (28 Haziran 1996) ile MGK kararlarının alınacağı (28 Şubat 1997) tarih arasında siyasî ve toplumsal yönlerden onlarca olay yaşandı. O günlerde öne çıkan vakaların her birini saymak yazının boyutunu aşar ama dönemin en çok dikkat çeken konuları RP’li vekillerin önceki yıllarda kaydedilmiş “laik düzenin yıkılacağını” söyledikleri video kasetlerinin medyaya servis edilmesi, televizyonlarda “şeriatta elle düzeltme aşamasına gelindiğini” dillendiren tarikat liderine, başörtülü bir kadınla gayrimeşru ilişki yaşadığı iddiasıyla yapılan polis baskını görüntülerinin televizyonlarda yayımlanması, bir komutanın RP’li bir belediye başkanıyla Atatürk tartışmasından hareketle Sultanbeyli’de bir caddeye Atatürk büstü koydurması nedeniyle başlayan polemik, başbakanın Yüksek Askerî Şura komutanlarına verdiği yemekte içki servisi olmaması üzerine Deniz Kuvvetleri komutanının rakı alınmasını şart koşması, RP’nin hükûmet kurmasını fırsat bilerek meydanlara çıkan laiklik ve Cumhuriyet karşıtı İslâmî ve Hizbullahçı grupların “şeriat istedikleri” eylemleri ilk akla gelenler…

Gelişmeler bu minvalde olsa da Erbakan konuşmalarında sürekli “ordu ile hükûmet arasında bir sorun bulunmadığını” vurguluyordu. 1970’de Millî Nizam, 1972’den sonra Millî Selamet, 1983’ten sonra Refah Partisi ile siyasette bulunan Erbakan 1980 askerî darbesinden önce “Milliyetçi Cephe Hükûmetlerine” ortak olmuştu. Fakat bu kez yüzde 21’e çıkmış bir partinin başkanı olarak siyasetin başaktörlerinden biri hâline gelmişti. İlk kez bir İslamcı parti tek başına iktidar değilse bile koalisyon kurabilecekti.

Ancak yalnızca daha başından beri kendine “demokrasi ve laikliğin teminatı” olarak rol biçmiş ordunun karşı atağı ile karşılaşmamıştı RP! Siyasî, bürokratik ve sermaye çevreleri, toplumsal kesimler de siyasal İslamcı bir partinin yönetim tarzını ilk kez görmüş olabilecekti. Ve aslında ideolojisini “Millî Görüş”, hedefini “âdil düzen” kavramıyla tanımlayan, RP de ilk kez “iktidar deneyimi” yaşayacaktı.

Bu satıhta RP ve lideri topluma güven verebilecek miydi?

Başbakan Erbakan koltuğa oturduktan birkaç ay sonra Susurluk skandalı yaşandı. Meclis’te Susurluk Araştırma Komisyonu kurulmuştu fakat yeni başbakanın söylemleri demokrasi ve insan hakları adına pek de umut verici görünmüyordu. Erbakan devlet-siyaset-mafya ilişkilerinin ortalığa döküldüğü Susurluk’u “faso fiso” diye niteleyecekti. Hükûmet yöneticilerinin toplumun başlattığı “Sürekli aydınlık için bir dakika karanlık” protestolarının haklılığını görmezden gelip “Mumsöndü oynuyorlar” veya “Gulu gulu dansı yapıyorlar” sözleriyle tiye alarak karşılaması RP’nin demokrasideki kötü sınavlarından biriydi.

Dış politikadan bir mevzuyla devam edelim: Başbakan Ortadoğu coğrafyasındaki devletleri ziyaret listesine “Türk müteahhitlerin alamadığı ödemelerin tahsili için” Libya’yı da eklemişti. Libya devlet başkanı Muammer Kaddafi’nin Erbakan’ı bir çadırda ağırlaması, gerçekleşen görüşmenin içeriği tepki yaratmıştı. Geziden döndüğünde Erbakan, Kaddafi’nin “Türkiye’nin Kürtlere eziyet ettiği” iması karşısında “yanıtsız kaldığı” ve “devletin onuru zedelendiği” gerekçesiyle medya ve muhalefetin hedefindeydi.

Erbakan’ın Avrupa Birliği karşısında İslam ülkelerinin ortak pazarı olarak D8, para birimi olarak İslam dinarı, askerî güç olarak da İslam NATO’su önermeleri; Taksim’e dev cami projesi, Ayasofya’yı ibadete açma politikaları tepkiyle karşılanmasına neden oluyordu. Libya olayından birkaç ay sonra RP’li bir belediye başkanının “laik göründüğümü sanmayın” sözüyle başladığı konuşmasını “(…) hırsı, kini, inancı içinizden eksik etmeyin” diyerek bitirmesi gerilimi daha da tırmandırmakla kalmıyor, misal Erbakan’ın 13 Nisan 1994’de galibiyetle çıktığı yerel seçimin ertesinde partisinin grup toplantısında ettiği sözleri de akla getiriyordu. O sözler şöyleydi:

“Şimdi ikinci bir önemli nokta, Refah Partisi iktidara gelecek, adil düzen kurulacak. Sorun ne? Geçiş dönemi sert mi olacak, yumuşak mı olacak, kanlı mı olacak, kansız mı olacak? Bu kelimeleri kullanmak bile istemiyorum amma, bunların terörizmi karşısında herkes gerçeği açıkça görsün diye bu kelimeleri kullanma mecburiyetini duyuyorum. Türkiye’nin şu anda bir şeye karar vermesi lazım, Refah Partisi adil düzen getirecek, bu kesin şart, geçiş dönemi yumuşak mı olacak sert mi olacak, tatlı mı olacak kanlı mı olacak, 60 milyon buna karar verecek.”

1993’de Sivas’ta Madımak otelinde Pir Sultan Abdal Şenliklerinde şairlerin, yazarların, ozanların; o güzel insanların “şeriat” nidalarıyla yakıldığı yıllarda özellikle de “kanlı mı olacak kansız mı” sözü; siyaseti ile Meclis’te var olma çabasındaki liderin en büyük hezeyanlarından biriydi. O söz toplumda büyük bir kırılmaya neden olacaktı.

Başbakanlık Konutu’nda cemaat liderlerine yemek verilmesi ise sadece siyasî ve toplumsal muhalefetin tepkisini çekmekle kalmayacak ama zaten Erbakan’ı devirmeye karar vermiş asker için de bulunmaz bir fırsat olacaktı. Ertesi gün konu “Tarikat liderlerine başbakanlıkta iftar” başlıklarıyla yer alacaktı gazetelerde. Ay sonu yapılan MGK toplantısında ise “bölücü ve yıkıcı akımlara karşı mücadele kararlılığı” vurgulanacaktı. Diğer yandan Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e Genelkurmay tarafından brifing verilecekti.

“DEMOKRASİYE BALANS AYARI” LAFI

Memlekette artık öyle bir hava esmeye başlamıştı ki demokratik bir rejimde asla kabul edilmeyecek yürütme erkinin, başbakan ve bakanlar kurulu yetkilerinin “kriz ânı” denilerek MGK sekreterine devredilmesi ve askerin medyayı azamî ölçüde kullanarak toplumsal algı operasyonu unutulmuştu. 12 Eylül askerî darbesinde büyük travmalar yaşayan memleketin yeni acılara, başka sorunlara gebe kalma riski iyiden iyiye artmıştı. Yine bir askerî darbeye mi uyanacaktı memleket bir sabah?

Askerin siyasete müdahaleciliği ve başbakana karşı sert tutumu ile RP’li belediyelerin pratiklerinin eşanlı yaşanması gerginliği artırıyordu. Yüksek rütbeli subaylar Gölcük’te “irtica iktidarda” konulu toplantılar düzenlerken RP’li Sincan Belediyesi de “Filistin ile dayanışma gecesi” yapıyordu. Belediyenin İran Büyükelçisini de davet ettiği “müsamerede” salona Sünni İslamcı paramiliter örgütler Hamas ve Hizbullah liderlerinin resimleri asılacak, belediye başkanı kışkırtıcı ve nefret içerikli bir konuşma yapacaktı. Bu olaydan üç gün sonra “müsamerenin” düzenlendiği çadırın etrafında işini yapmaya çalışan kadın bir muhabire bir belediye çalışanı tarafından tokat atılacaktı.

4 Şubat (1997) günüydü… Tanklar, zırhlı araçlar Sincan sokaklarından yürütülmeye başlanmıştı. İlk başta eğitim amaçlı olduğu açıklandı. Kamuoyunda darbe olacağı eğilimi güçlük kazanırken ve kim bilir çeşitli kesimlerde istenir veya beklenirken işte o malûm sözle, dönemin Genelkurmay ikinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir’in “Demokrasiye balans ayarı yaptık” ifadesiyle “post-modern darbe” vuku bulmuş olacaktı.

Osmanlı’da asker ile siyasetin iç içe olmasının memleketi yıkıma götürdüğü, acılara sürüklediği görülerek Cumhuriyet’in daha birinci yılında Genelkurmay Bakanlığı’nın kaldırılması ve asker ile milletvekilliğinin ayrılması kanunlarıyla ordunun siyaset dışına çekilmesi hedeflenmişken 1960, 1971, 1980 darbelerinden sonra dördüncü kez ordu siyasî alana, parlamenter demokrasiye el atmıştı.

“Demokrasiye balans ayarı” gününden sonra ordu tarafından “irtica PKK’dan daha büyük bir tehlike” olarak kodlanacak, Cumhurbaşkanı Demirel, Başbakan Erbakan’ı “laik düzenin korunması için mevcut kanunların eksiksiz uygulanması için” uyaracak, koalisyon ortağı DYP’nin lideri Çiller ise “Sincan’daki olayın küçümsenemeyeceğini” açıklayacaktı.

28 Şubat günü de MGK toplantısında alınan kararlar dönemin Başbakanı Erbakan’a uygulanmaması hâlinde “yaptırım” tehdidiyle deklare edilecekti. Erbakan ilk başta kararların Meclis’te tartışılması için siyasilerden destek aradıysa da bulamamıştı.

28 Şubat’ta 12 Eylül 1980’de olduğu gibi anayasa yürürlükten kaldırılarak ordu doğrudan “yönetime el koymamıştı” ama daha en başından yaptığı gibi medyayı, bürokrasiyi, devlet kurumlarını bir “halkla ilişkiler” aracı biçiminde kullanıp olası müdahaleye “meşruluk” kılıfı giydirerek başlattığı süreci, bu kez “yargı” erkinin de işin içine girmesini sağlayarak MGK kararlarının benimsenmesi, uygulanması için devam ettirmişti.

28 Şubat’ın ertesinde İçişleri Bakanlığı ve Genelkurmay arasında “Emniyet, Asayiş, Yardımlaşma” protokolü imzalanarak askere kentlerdeki toplumsal olaylara doğrudan müdahale yetkisi verildi. Yine izleyen günlerde Genelkurmay Başkanlığında Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay başkan ve üyeleri, üniversite rektörleri “irtica” konusunda brifinglere “davet” edilmişti. Sivil bürokrasi kontrol altına alınmış; askerin brifinglerine katılmayanlar hakkında ise fişlemeler başlamıştı.

Orgeneral Çevik Bir’in emriyle kurulan “Batı Çalışma Grubu”nun (BTG) yayımladığı belgeler toplumsal hayatı zapturapt altına alır gibiydi. BTG tarafından tüm askerî birimlere gönderildiği iddia edilen belgeler ile “camiler gözetim altına alınacak”, “öğrenci yurtları, özel okullar, dernekler, vakıflar, Kur’an kursları, imam hatip okulları ve bu kurumlara giden gelenlerin sayısının ve kimliklerinin tespit edilmesi” istenecekti.

28 Şubat kararlarının içeriğini tümden incelemek yazının boyutunu aşar ama özellikle de maddelerden birinde “kılık kıyafet yasasına aykırı olarak ortaya çıkan” ifadesiyle henüz kanunla yasaklı olan “başörtüsü” konusuna vurgu yapılması üzerine bazı üniversitelerde genelge çıkarılarak başörtülü “öğrencilerin derslerden çıkartılmaları, çıkmamakta direndiklerinde dersin yapılmaması ve öğrencinin dersi engellediğine dair cezai işlem yapılması” uygulaması başlatılmıştı. O günden sonra başörtülü öğrenciler yasağa karşı “üniversitelerde eğitim görebilme” eylemleriyle “başörtüsü yasağını” protesto edecekti. Kendini “muhafazakâr” kimliğiyle tanımlayan yurttaşların mağduriyetlerine yol açan sorunlar bu dönemde açığa çıkacaktı.

HÜKÛMETE NE OLMUŞTU?

Sancılı geçen aylarda Refah Partisi hakkında “Laik cumhuriyet ilkesine aykırı eylemlerin odağı olduğu” savıyla “derhâl” iddianame hazırlandı. Daha sonra parti kapatıldı ve kadrolarına beş yıl siyasî yasak getirildi. (Yazı dizimizin ilk bölümünde bahsettiğimiz iki farklı kutup Kürt siyasal hareketi ile siyasal İslamcılar; partilerinin kapatılması, yedek partilerin kurulmuş olması ve siyaset yasaklarıyla 90’lı yıllarda ortak kaderi yaşayacaktı).

28 Şubat’ın ertesinde Refah-Yol hükûmeti Erbakan’ın istifası ile sona erdi, fakat bu kez Cumhurbaşkanı hükûmeti kurma görevini Çiller’e değil, Özal’ın mirası ANAP’ın genel başkanı Mesut Yılmaz’a verdi ve “ANASOL-D” hükûmeti kuruldu. RP’li kadrolar da “yedekteki” Fazilet Partisi’ne geçti.

Bunlar 28 Şubat’ın kısa vadedeki birkaç sonucundan biriydi. Ama bir de uzun vadede olanlar vardı!

Bu ahvâl ve şerâit içinde Siirt’te okuduğu bir “şiir” dolayısıyla yargılandığı davada hapis cezası alan RP’li İstanbul belediye başkanı R. Tayyip Erdoğan, 1999 yılında dört ay hapis yatacaktı. Adı iyiden iyiye duyulmaya başlayan Erdoğan, kimi çevrelerin ilgisine nail olacak ve “ılımlı” siyasal İslam’da lider sorunu büyük oranda çözülmüş olacaktı.

Bir yanda başbakanın düşürülmesi, diğer yanda RP’nin kapatılması ve partinin beyin kadrosuna getirilen siyaset yasakları, öbür yanda Erdoğan’ın hapsedilmesi; askerin darbe ile yok etmek istediği İslamcı parti ve kadrolarını yıldırmayacak tam tersine kamçılayacaktı. O günler itibariyle partinin ikinci kuşağı, “Millî Görüş” hareketinin lideri Erbakan hocalarından koparak Adalet ve Kalkınma Partisi’ni (AKP) kuracaktı.

Sonuç itibariyle 28 Şubat’ta askerîn sivil hükûmete müdahalesi hem planlı bir süreç hem de AKP’ye hükûmet ortamı yaratan bir olguydu.

O gün RP’de kendine ikbal arayan İslamcı cemaat ve tarikatların, kimi meczupların demokratik ve laik değerlere saldırmasını bir yana koyalım… Siyasal İslamcılığın toplumu kapsadığını, aktörlerinin laik ve demokratik değerlerle barışık olduğunu o gün de söyleyemezdik ki, kamuoyu “gömlek değiştirip” sahneye çıkanların yönetim pratiklerinde çok sonra bunu yaşayarak görecekti.

Ama tüm bunlar ordunun görev alanı değil siyasî muhalefetin, siyasî örgütlenmelerin, sivil toplumun, sendikaların, bağımsız/özgür medya ve özerk üniversitelerin tartışma çözüm üretme alanı olduğu, halkın demokrasilerde seçim yoluyla beğenmediği hükûmeti değiştirebileceği, memleket sorunlarının kışlada değil parlamentoda çözülebileceği gerçeklerini değiştirmez. Zira ordu o gün sadece sivil hükûmeti düşürmemiş ve aslında demokratik siyaseti kilitlemiş, “dördüncü güç” olarak kabul edilen medyayı baskı altına almıştı. Medyaya güvenin en çok sarsılacağı tarihti 28 Şubat...

28 Şubat’ın başlangıcı malûmdu ama siyasî, sosyolojik, hukukî sonuçları AKP’nin iktidara geliş hikâyesinin başladığı nokta olacaktı.

_______________

1990’dan 2000’e yazı dizisi

1. Bölüm: Ne Oldu?

2. Bölüm: Kimler Çaldı Geleceğimizi?

3. Bölüm: Seçimler ve Dönüm Noktaları

4. Bölüm: “Derin Devlet” 96’da “Kaza" Yapacaktı