Söylemeden edemeyeceğim sözler var, aynı mesleği icra ettiğim kimi duygudaş kimi de aynı siyasette birlikte iş yaptığım arkadaşlarım şimdiden kusura bakmasınlar, bir kısmının duygularını ya da düşüncelerini dile getirirken diğerlerini kırma olasılığım var, bu ülkede hep böyle zira, herkesin doğrusu kendine bir ülke burası.

İnsanların onuru vardır, devri tartışması olmayan, belki içeriği toplumsal yapılara ve çağlara göre değişir, ama bir kısmımız için onsuz yaşamak tercih edilmez ve ölüm bile temini için meşru sayılır. Bu bizim insan yanımız, toplum ve siyaset algımızla çok ilgilidir ve ölçülerini de çoğu inançlarımız belirler, inandığımız şeyler.

Uzunca zamandır avukatlık yapıyorum bu memlekette. İstanbul Barosu’nun sanırım 30.000’i geçkin sayıda üyesi var, dünyanın ikinci büyük barosu olduğunu söylüyoruz sürekli.

Neler yaşamışım şöyle düşündün, ceza davalarına da baktım hukuk davalarına da bakıyorum. Avukatların epeyce büyük bir kısmının hukuk davalarına baktığını sanıyorum. Avukat deyince memlekette genelde devletle bizzat karşı karşıya olunan ceza davaları akla gelir, tüm temsili resim ve karikatürler de bunun üzerinedir. Devletin gülen ve asık yüzü vatandaşına daha çok bu davalarda kendini gösterir, hürriyetin ve yaşam hakkının en çok ihlal edildiği alan da bu alandır, o nedenle sanıyorum bu davalara bakan avukatların sesi her daim diğer avukatlardan daha gür çıkar, mağduriyet tanımları bu avukatlar üzerinden yapılır. Ve mesleki onur meselesi de bu davalara bakan avukatların muhataplıkları üzerinden tanımlanmaya başlar. Daha çok devletin mesleği icra eden avukatla kurduğu ilişki üzerinden tariflenen bir meslek onuru kavramına itirazım var, onur meselesinin içeriğinden çok sınırlı bir alanla kendini tanımlamasını sorunlu buluyorum.

Devletle, sistemin hukuk yanı ile kurulan ilişkide vatandaşın iktidar karşısındaki temsilcisi olan avukatlar, otoriter sistemden hem bizzat ve hem de temsilcisi oldukları kişiler nezdinde paylarına düşeni fazlasıyla alıyorlar. İtiraz alanınıza göre şiddete maruz kalmanız, üstelik mesleğinizden dolayı buna maruz kalmanız toplumsal kesimler üzerindeki etkisi bakımından çoğu zaman belki de avukatları da hayal kırıklığına uğratıyor. Bu düş kırıklığının yarattığı tepkiyi doğru bulmuyorum ve toplumun tümüne yönelik saldırının bizim payımıza düşen kısmının ne bize özgü ve ne de öğretmenlere gösterilen, öğrencilere gösterilen, gençlere gösterilen tepkilerden bağımsız olduğunu da düşünmüyorum. İtirazı olan tüm toplum ve meslek kesimler bulunduğu alana uygun o alanda görülebilecek oranda şiddete maruz kalıyor. Hiçbiri meşru değil ve hiçbiri de bir diğerinden üstün değil.

Bugün 5 Nisan olması nedeni ile, sosyal medyada belki de her yıldan daha fazla son bir haftada adliye kapılarında uğranılan saldırılar nedeni ile avukatlar gününe ilişkin bir duyarlılık ya da hatırlama olduğunu fark ettim, bu destek arkadaşlarıma iyi gelebilir diyorum ve ben de önem verenlerin avukatlar gününü kutluyorum. Ve başka başka yerlerden başka başka şeyler söylemek istiyorum; kendimiz için:

Avukatların niceliksel olarak çoğu, adliyelerin alt ya da bodrum katlarındaki icra dairelerinde icra memuru ya da sözleşmeli olarak oraya işe alınmış genç çalışanlarla tüm gün mücadele halinde tek bir dosyada iş yaptırmak için beklerler, kimi parayla kimi bağırarak ama her zaman olağandışı bir mücadele ile oralarda iş yapmaya çalışırlar. Bu avukatlar da ya stajyerdir ya da yeni avukattırlar ve yanlarında çalıştıkları avukatların bulaşmak istemedikleri , ‘zor’ olmadığı iddia olunan ama bana göre mesleğin en berbat işlerini en düşük ücretlerle icra etmeye çalışırlar. Memurlara para vermeden iş yaptırmak zordur, verdikleri paraları masrafa yazamazlar zira belgesi yoktur ama çalıştıkları büro o işi bitirmelerini istemektedir hem de o gün.

Böyle bir işte çalışan avukat adliyeye gelir, sabah dokuz duruşmasına kaçta gireceğini aslında bilemeyen kişiye avukat denir, bazen öğlen birde girer o duruşmaya bu arada yanında çalıştığı büroca muhtelif kereler aranması mümkündür, başkaca işler kendine ihale edilir o sırada adliyede olduğu için, avukata düşen bu durumda mübaşiri sırası gelince kendisini beklemesi konusunda ikna edip terleyerek koridorlarda koşturmaktır. Bu arada bu kadar saat çay içerse, susarsa ve belki de yemek yemesi gerekirse eğer, ve bürodan kendisine bunun için para ödenmiyorsa cebinden ödemek zorundadır, zira içtiği suyun belgesi yoktur, belki her şeyi gider yazması bile istenmiyordur. Ve adliye kapısında üst araması yaptırmak istemeyip içeri girmeme alınmama, dövülme pahasına girmeme hakkı yoktur, asla çalıştığı büro bu eyleminin arkasında durmayacaktır, zira onlar o günkü işlerin bitmesini istemiştir kendisinden sadece.

Öyle berbat bir fasit dairedir ki bu, bir gün iş sahibi olan avukatların çoğu da yanlarına gelen yeni avukatları çalıştıkları bürolarda maruz kaldıkları çalışma şartlarının benzeri ile çalıştırırlar ve her daim müştekisi oldukları şekilde davranırlar. Bürosunda çalışana, aynı mesleği icra eden iki eşit çalışan gibi değil daha çok işçi işveren ilişkisinin en çirkin ve en sömürüye açık şekli ne ise öyle davranırlar. Hiçbir genç avukat da yazık ki yanında çalıştığı tecrübeli avukata mesleki onurundan bahsedemez, zira çalışmak zorundadır ve bu düzenin böyle olması gerektiğine inandırılmıştır.

Avukatlar düşük ücretlerle yine kendileri ile aynı eğitimden geçmiş ve aynı mesleği icra eden avukatların yanında çalışırlar, büronun tüm iş yükünü aşağı yukarı taşırlar, adliyelerde en belalı kalemlerle, memurlarla, icra daireleri ile muhatap olurlar. ’Patronları’ bu işten ne kadar para alıyor asla bilmezler, bilenleri uzun süre bu sisteme dayanamaz ve kendi bürosunu açmak için hayaller kurar. Bürosunu açtığı anda da gördüğü tek örnek olan yanında çalıştığı avukata benzer çoğu. Ve tabi daha ilk aylarda bir büro yürütmenin ne kadar zor olduğunu anlayarak, üniversiteden edindikleri prensiplerin gerçek hayatla ne kadar da buluşmadığını görürler.

Bir avukatın en büyük düşmanı müvekkilidir, bunu aramızda çokça söyleriz. Birincisi müvekkille avukat arasındaki ilişki sanıldığının aksine asla güven üzerine tesis edilmez. Müvekkil her zaman sizin kendisini satacağınızı düşünen kişidir, davasının değeri ne olursa olsun, duruşma salonunun kapısında karşı tarafın avukatına verdiğiniz nazikçe selamdan bile bu sonucu çıkarabilir. Hele ki bir uzlaşma önerisinden asla bahsedemezsiniz temsil ettiğiniz kişiye, o zaman derhal satmışsınızdır onu bunun tamiri mümkün değildir artık.

Müvekkiliniz sizi gecenin her saati arayabilir, siz onu arayamazsınız zira onun özel hayatı vardır. Karda evde mahsur kaldığınızda arayabilir, o da evde mahsur kalmıştır ve size adliyede olup olmadığınızı küstahça sorabilir. İşi için ücret ödemez, masrafları bile sonradan vermeyi önerir ama telefonu kapatırken bir emrin var mı sorabilir, yazın tatil yerinden şezlongda güneşlenirken ‘sizi hatırladım ne oldu benim üç ay sonra duruşması olacak olan iş ‘diye sorar. Siz tatilde olamazsınız, zira onun işinden daha önemli hiçbir şey yoktur sizin hayatınızda, olursa, satmışsınızdır demektir.

Müvekkilinizden para alamazsanız iş yapamazsanız, davanın masrafını size googleden masrafları rahatça hesapladığı için ucu ucuna verir, başka param da yok der. Adliyeye nasıl gideceğiniz, duruşmaya nasıl yetişeceğiniz, fotokopiyi neyle çektireceğiniz, hayır bunlar onun ilgi alanı dışındadır, zira siz zaten çok zenginsinizdir ve o haklı olduğu bir iş için boşu boşuna harç ödemektedir, belki de bunun suçlusu sizsinizdir. Ha bazıları ödemeli olarak sizi arayabilir, bazıları çağrı bırakabilir dönmezseniz telefonuna yine onu satma ihtimaliniz vardır. Oldu da davası bitti mi sözleşmenize rağmen ne kadar çok para aldığınızı ya yüzünüze karşı söyler ya da arkanızdan tanıdığınız herkese anlatır, zira ne yapmışınızdır ki, iki dilekçe üç duruşma. Müvekkiliniz diyelim mi basitinden bir büfe işletiyorsa sigara aldığınızda parasını hemen ödemeniz ona garip gelmez zira bir şey satmıştır ama o siz günlerce aramadan asla size masraf getirmez, dosyasını bilirkişiye göndermediniz diye fırça da atabilir.

Diyelim ki ücret sözleşmesi yapmadınız ve güveni esas aldınız, karar duruşması öncesi sizi azleder, yıllarca uğraşırsınız emeğinizin karşılığını almak için, o kadar uğraşırsınız ki yorulursunuz, bırakadabilirsiniz, lanet olsun da diyebilirsiniz.

Kimi avukatların hakikatlerin ifadesini sizin kadar ciddiye almadığını bilir ve duyarsınız, asla olmayacak bir işi ben bu davayı kazanırım diye aldıklarını ve çok para aldıklarını ama başından o işin olmayacağının ayan beyan ortada olduğunu bilirsiniz, görürsünüz, ama hiçbir şey diyemezsiniz. En çok ücret isteyen ve bunu ustalıkla alan avukatın en iyi avukat olduğu ile ilgili bir algı vardır bununla asla baş edemezsiniz. Duruşma avukatları müvekkilleri yanlarındayken kimi kimi de yalnızken size hakaret ederler ve davanın tarafı sizmişsiniz gibi davranırlar, bazen hakimler de onlara katılır size, meslek onuru dedikleri işin arkasında durmak istersiniz ama sesi yüksek çıkan kazanabilir bu kavgayı, zira dilekçe yazmayı bilmeyen bir avukat yine yasa ile ilgisi olmayan bir hakimi arkasına alıp sizinle uğraşmaktadır ve ne olduğunu bile anlayamadan canınızı sıkabilirler. Size bir işi yapmanız için on beş gün kesin süre verilir ama duruşma altı ay sonraya atılır, unutmaya hakkınız da asla yoktur. Hakimin sorumluluğu sizinki kadar ağır değildir.

Hakimler savcılar sizi pek sevmezler, tuhaf bir şekilde sizin onlardan daha rahat çalıştığınızı ve çok daha fazla para kazandığınızı düşünürler, ellerindeki dosyalardaki insanların sadece isimlerden ibaret olduğunu ama o insanlara bu devleti ve hukuku anlatmak zorunda olanın sizler olduğunu anlasalar bile halinize acıyacak olan aynı fakülteden mezun olduğunuz bu dostlar, çocukları avukat olana kadar size karşı genellikle vicdansızdırlar, haftada iki gün duruşma yaparlar ve başka duruşmanızın da aynı gün olmasına tahammül edemeyip başka bir saat önerinizi dinlemezler ve “bu kadar çok dosya almayın siz de” derler.

Ceza davalarında bir tutuklunun annesi, babası kardeşi ve karısının gözyaşlarına tanık olmadıkları için Ahmet oğlu Mehmet’ten başka anlamı olmayan insanlara ceza verirler ve verdikleri ceza yargıtayca bozulunca bile kızarlar, akademik hatalarına kızarlar başka şeye değil.

Arkadaşlarınız işkence görür, eşiniz içerde yatar duruşmalarında kör sağır olurlar, polislere zamanaşımı uygularlar, muhalefet şerhi koyan hakimi bir gün mutlaka ayağını kaydırmak üzere kafalarına yazarlar.

Çocuklarınız avukat olmanızdan nefret eder, zira tüm filmlerde avukatlar hırsız yamağı ya da mafya patronlarının pisliklerini örtmede uzman olarak kullanılan ama ismi olmayan, adamın ‘avukat’ diye telefonla konuştuğu biridir, çocuğunuz yüzünüze bakar ve onun siz olup olmadığını düşünür.

Baronuz ayrımcıdır, davalarda taraf olur, avukatlar arasında taraf tutar, Kürt avukat içeri alındığında sahip çıkmaz başka davanın avukatına yönelik bir iş olduğunda adliyeyi doldurur, meslek dergisinde ırkçı yazılar yazarlar ama siz bu yazılara bile tepki gösteremezsiniz, bıkmışsınızdır.

Avukatlar kişiler ve eylemler üzerinden taraf tutarlar, tıpkı toplum gibi, bağımsız yargı ve yaşam hakkının savunucusu olurlar ama ölüler arasında taraf tutarlar, mecburen tutarlar zira onlar da etten kemiktendir, iddia ettiğimiz gibi hukuk karşısında tarafsız değilizdir, tuhaf olan bu iddianın arkasında bağırılmasıdır.

Avukatlar bazı avukatlardan korkarlar, adalet duygusu kimseyi bir arada tutmaya yetmez.

Bu toplum ne kadar çürümüşse, onurla soyut onurla taçlandırılan meslekler de o kadar çürümüştür. Mesleklerin onuru olmaz, saygınlığı olur ve bu saygınlık sadece o mesleklerin adından gelmez, o mesleği icra edenlerin tutumu ile beslenir, bir mesleğe onur yüklemek ayrımcılıktır, seçkinciliktir. Saygınlığın ve saygınlığı hak etmenin peşinde olmak gerekir, diploma ve cübbelerimiz bize sadece o nedenle saygınlık vermez. Ben sadece avukat olduğum için onurlu olmayı reddediyorum, benim onurum var ve ben onurumu bu işi yaparken de muhafaza etmek istiyorum. Bu meslek ya da bir başka meslek, bu toplumda ne varsa hepimizin toplamıdır.