Seksenler dizisini izliyor musunuz? En son 12 Eylül 1980 askeri darbesinin vurduğu o ‘metruk’ sabahta bıraktık onları.

12 Eylül’ün kapımıza gelip dayandığı bu günlerde dizi yapımcıları o günü ve ertesinde yaşananları bizlerle nasıl paylaşacaklar gerçekten merak ediyorum. Seyrettiyseniz sizler de fark etmişsinizdir. Dizinin siyasi olana bulaşmama, bulaşırsa başına iş açacağını düşünür bir hali var. Hal böyle olunca da gündelik olana yaslanırken siyasi olmamak gibisinden bir telaş seziliyor kurguda. Solcular ve sağcıların karikatürleştirilmesi bir yana, mahalle halkının onlarla kurduğu ilişki de alabildiğine basitleştirilmiş durumda. Diyeceksiniz ki bu bir komedi. Yaşananların o trajik boyutuna dokunmamalı, dokunmak istese de nasıl dokunabilir ki?

Benimse burada diyeceğim belli: Tam da bu yüzden dokunabilir yaşanmış olanlara, aklara, karalara ve grilere. Zira 80’ler sadece televizyonların üstüne dantellerin örtüldüğü, LP’lerin dinlendiği, ‘Almancı’ olmanın büyük umutları temsil ettiği bir yaşam ve bu yaşamdan üretilen bir yaşantı biçimi demek değildi. Farklı dönüşümler ve bu dönüşümlerin yaratabileceği çatlaklar vardı. Almaşıktı o yıllar. Aldığı bir sürü yarayla hem bugüne aitti, hem hiç değildi. Başka bir açıdan bakıldığındaysa hercaiydi, şimdinin gerçek değerleri gibi ortada dolananların esas kaynağı o günlerdi.

O tuhaf katmanlılığı yaşamış birileri olarak tam da bu yüzden‘peki ya bugün?’ diye sorabilirdiniz. Sorabilirdiniz ama sanırım sizi artık kimse dinlemeyecekti.

Seksenler’i ilk seyretmeye başladığımda dizinin bizleri bugünlere getirmeye niyetli olmadığını düşündüm. Kurguyla birlikte sadece geçmişin güzel, yer yer buruk, çoğunlukla da neşeli anıları içerisinde gezinmemiz bekleniyordu bizden. ‘Bugüne bir sinyal çakın be kardeşim!’ demek romantik bir yakarmadan öteye gitmeyebilirdi. Yine de ısrarcı olmak gerekiyordu. Ha gayret sızlanabilirdiniz: ‘Bugün yaşadıklarımızın özeti o yıllarda saklı!’

Örneğin o küçük mahallenin içine sıkıştığı, ‘önemli olan insan olmaktır’ fikrinde yatanın, sadece insanların iyiliğinden mi yoksa korkularından mı kaynaklı olduğunu izlemek, bugünkü keskin çizgilere sarılışımızı açıklayabilirdi sanki... Özellikle oyuncuların sergilediği performansı görünce bunu isteyebilirdiniz.

Ancak sonradan şunu fark ettim: Temsil edilen değerler bağlamında dizi aslında 1980’leri anlatmıyordu! Dizi, 80’lerin mekânında geçen 2000’li yılların Türkiye’si olarak seyredilebilirdi. Bu açıdan bakıldığında da tarih nasıl algılanabilir sorusuyla burun buruna gelebilirdiniz. Ya da biraz daha ilerletelim: ‘Yakın tarih popüler kültür ürünlerinde nasıl yansıtılabilir?’

‘Bugünün değerleriyle geçmişin özeti’ olarak galiba. O yüzden gerçeği, tıpkı şimdi olduğu gibi kapı önüne mi bırakmalıydık? Sanırım.

***


Uluslararası İstanbul Şiir Festivali yarın başlıyor. Bu seneki festivale 12’si yurtdışından olmak üzere toplam 24 şair katılıyor. Festivale katılacak yabancı şairler arasında Newcastle Üniversitesi’nde şiir ve yaratıcı yazarlık üzerine dersler veren, Bill Herbert (İngiltere), The Puppeteer and Other Insomnia adlı kitabıyla ülkesinde ‘En İyi İlk Kitap Ödülü’ne değer görülen, yeni kuşağın en iyi şairlerinden, şiir kitapları 12 dile çevrilen Claudiu Komartin (Romanya), ilk şiirlerini 1957’de yayımlayan, bu zamana dek pek çok şiir ve roman yazan, aynı zamanda Kavafis, T.S. Eliot ve Shakespeare’in eserlerini İspanyolca’ya çeviren JosÈ MarÌa Alvarez (İspanya) yer alıyor. Festivale Türkiye’den ise, Türk şiirinin tüm kuşakların önemli isimleri katılıyor. Ahmet Hamdi Tanpınar Müzesi (Alay Köşkü), At Pazarı ve İKSV Salon gibi İstanbul’un gözde mekânlarında şiir alayı var!