Sizin hiç dünyanız çöktü mü başınıza? Çöken dünya hayata tüm tutunuşlarınızın mezarı oldu mu peki? Bu mezarlık enkazının altından yeni baştan ayağa kalkabilmenin, soluk alabilmenin bir formülü var mı sizde? Bunlar çaresizlerin; “Çare siz idiniz” sitemi öncesinde yanıtı sonsuz boşluğa düşmüş sorular da olabilir. Bahçedeki çiçeğin susuzluktan boynunu büktüğü bu zamanda artık hiçbir kimse işinde, gücünde olmayacak. Hiç kimse gecenin koynunda sıcak bir yatak düşü de kurmayacak. Çöken dünyanın altında kalan canları da, anıları da, yaşanmışlıkları da, mutfaktaki düdüklü tencerenin yuva sıcaklığına ritim tutarcasına sevgiyle fokurdayışını da geri getirmenin mümkünatsız olduğu zifiri karanlıklar zamanıdır artık. Şakağına düşen kar tanesi içini serinletmez. Dışarındaki buzul soğumasıysa, içerindeki cehennemin yürek yakışına kifayet etmez. Bu kentin de adı Adıyaman değil, Acıyaman’dır bundan gayrı. Bu kentte ve bu kentin geçmişte bereketli olan toprakları üzerinde acının daha yamanı yaşanmadı. Yaşanma ihtimali de yok gibi.

Nemrut; Yüzün Gülmesin, Yüreğine Aşk Düşmesin.

Nemrut’un yüceliğindeki gün kızıllığını, yaralı sevinçlere taşıyabilecek bir çift göz vardı oysa. O gözler de son yorgun bakışla enkaz altında kalmıştı. Umutlarsa gökkuşağının sarı rengi altında düştü düşecek, manasız salınım halindeydi. Nemrutun artık hiç yüzün gülmesin, yüreğine aşk düşmesin, mutluluk ırağına dahi uğramasın. Nemrut, sen ki; tanrılara dağ oldun, ölümlülere gölge olmadın ya! Hiçbir göçmen kuş konmasın zirvene. Hep Nemrut kalasın, üzerinden kanlı fermanlar eksik olmasın. Kanla yoğrulmuş acılı tarihinin derin yaraları iyileşmesin.

Nemrut, saat 04.17’de kendine olduğu denli Nemrut bir sevdasızlıkla baktı eteğindeki bu kente. Belki de bu sebepten; artık adı değil de, acısı yamandır bu acılı yabanıl toprakların. Bu toprağın insanı türküsü denli yorgundur. Salt nefes alıp-vermektedir. Nemrut eteklerinin yığına dönen sokaklarında, aralıksız bir ruh yolculuğundadır enkaz üstünde kalanlar. Enkaz altına her akıl ve gönül düşürüş ise rotasızlığı ve yön kaybını arttırmaktan başka bir işlev görmemektedir bu dumanlı zamanlarda. Enkaz üstünde kalabilenlerin yegane uğrağı kendi acılarından başka bir memleket değil. Kendi yurtlarında ki; mülteci hayat tüm acımasızlığı ile onları misafir etmeye başladı bile. Yaşanacaktan geriye bir enkaz kalmış ve yaşanılası her şeyse tüketilmiştir. Yaşıyor görünenler yaşamlarının aktörü olmaktan çoktan sıyrılmış, figüran durumunda perdesiz sahnede. Gece yarıları göz kapaklarına düşen tüm tenhalıklar, büyülü kıyılar aslını yitirmekte ve surete dönüşmekte toz bulutu gerisinde. Oysa Nemrut ne krallıklara, ihtişamlı konuklara zirvesini açmıştı. Ama etekleri bu Acıyaman ülkesi evlatlarına dar gelmişti. Evlatlar dar gelen hayata son nokta siyah bir poşete içerisinde kondurulmuştu ve poşetin de ağzı bir daha açılmamak üzere bağlanmıştı.

Acıyaman, Birilerine Tadı Yaman Olmuş Meğer.

Ekranın önünde ise başka bir hikaye okunmaktaydı. Bu sarsıntı anlık ya da iki aralık bir zaman dilimine ait değildi. Sarsıntı 20 yıl boyunca adeta zemberek gibi an be an oluşmuş, saatse 04,17’ye kurulmuştu. Adıyaman; birilerine Acıyaman olur iken, birilerine de Tadıyaman olmuş meğerse. Boşuna değildi, ilk andan itibaren alttan gelen sarsıntıdan daha büyüğünü yeryüzünde çıkarmaları. Çığlıkların, acının, ölümün, tozun, dumanın, sıfırın altındanın arasından; “Bir yıl daha” demekteydi. “Acılar aynı zamanda sınav zamanlarıdır” diyen bir gelenekten geliyorlar. Burada iş daha bir kolaylaşıyor. Tanrıya havale edilen bu sürecin, hiçbir ölümlü mümessili de olmuyor elbet. Sorumlusu olmayan, acılısından geçilmeyen yaralı günler düştü üzerinde hayat tütmeyen ocağa. Ayrıca bunların hiçbir koşulda havaları da batmıyor. Yirmi yıllık enkazın asli sahibi, “bir yıl daha” istemekteydi. Belli ki; 20 yıllık enkazın acısını, kendisine bal eylemiş, Tadı yaman bir dünya kurmuştu. Toprak ana duyar mı bu sesi. Enkazın altındaki yardım çığlıkları duyulmuyordu. Ama onların enkazın üzerindeki yakınlarının; “Devlet nerede” sorusu iktidarın irili, ufaklı toplamı tarafından duyuluyordu. Hatta daha da ileri gidilerek, adliye koridorlarına taşınıyordu bu sorunun ardındaki bölücü ve fena halde yıkıcı niyet. Deprem mi, bu durum mu daha bölücü ve yıkıcıydı acaba?

“Siz Sanıyorsunuz ki, Hep Tanımadıklarınız Ölecek!”

Ezgileri denli acılı ve yorgun bu toprakların fıtratı başka türlü yazılamaz mıydı? Çadır, uyku tulumu beklerken; kefen, ceset torbası geliyordu. Ambulans, doktor, hastane beklerken; imam, cenaze aracı, levazımatçı geliyordu. Rotasızlık ve yön kaybı, karanlıkla örtüşünce tünelin ucunda ışık görebilmek olasılık ötesiydi. Göz kapaklarına düşen tenhalık artık büyülü bir kıyı bulamazdı. Uyanılacak bir sabah kalmış mıydı ki geriye? Nemrut’a istikamet çizmiş kır çiçeklerinin kokusunu hissedebilmek, Commagene kuşlarının cıvıltısını zirveden Acıyaman topraklara taşıyabilmek hangi sabaha ertelenmişti. Ama 20 yaşındaki Berke’nin artık hiçbir sabahının olmayacağı muhakkaktı. Tüm yakınlarını, arkadaşlarını enkazın altında bırakmıştı. Adapazarı’nda dedenin aksakalları ve apak şefkati yetmemişti. Acıları, açmazı peşini bırakmamıştı. Yaşama son olarak; “Siz sanıyorsunuz ki; hep tanımadıklarınız ölecek” notunu düştü ve sessizce vedalaştı. Sahi devlet neredeydi? Berke’nin nefes alırken ki; son teması olan ipin düğüm yerinde olabilir mi? Peki siyah ceset torbasında, hiçbir ölümü aydınlatmayan beyaz kefen bezinde! Elbirlik okudukları selanın; Nemrut eteklerine çarpıp, çığlık olarak Acıyaman’a geri dönüşünde miydi acaba devlet?

Sahi; Devlet Neredeydi?

Acıyaman’dan, Bodrum’a acılı bir yol, yolculuk ve yolcu vardı. İlk kez gelmişti kadim topraklara. Şaşkındı ve belli ki; Acıyamanlı yolunu kaybetmişti. “Bu cami, o cami mi” diye sordu kısık sesle. Camiden, adrese ulaşacaktı. O yorgun ve belli belirsiz atan yürek, dermanı dizden aşağı yitmiş bacaklar nereye götürebilirdi ki bu belirsizliği? Acıyaman kısa dalgalar halinde Bodrum’a akıyordu. Ama acısını hiçbir durakta akıtamıyor, dindiremiyordu. Aksine içinde ki; koru büyüterek adımladı bu bereketli topraklar üzerini. Devlet bu kısa dalga boylarının üzerinde miydi? Yoksa her adımın belirsizliği daha bir çoğattığı, alaca kuşak karanlığı zamanlarında mı saklıydı devlet? Hiçbir acı, Acıyaman’ın enkazı altında kalmamıştı. Ruhlarına yoldaş ettiler acılarını. Ne kadar uzaklaşırlarsa uzaklaşsınlar makus yaşanmışlık peşlerini bırakmıyordu. Berke’nin boynuna dolanan düğüm, onların boğazında sözcük olarak düğümlenmişti. Ses yoktu, söz yoktu, yaşlı göz yoktu. Ama sahi; “Devlet neredeydi?”

Acısı Yaman Kardeş. Hoş geldin.

Ancak şu kesindi. Acıyaman memleketin ateşi, son Karyalı’nın yüreğini de dağlamıştı. Gelenlerin kalp ağrılarına, omuz başlarındaki yaralarına gözyaşlarını merhem olarak damıtmıştı. Bu topraklar kadimdir, kardeştir. Yokuşbaşı’ndan aşağıya süzülen hiçbir yüreğe gurbet değildir. Yüreğe, yürek açar. Ormanların serinliğinde beyaz papatyaları birlikte toplama umudunu hep diri tutar. Bahar yüklüdür Halikarnassos zamanları. Ama önümüzdeki baharı birlikte getireceğiz. Birlikte, yüreklerimizi üst üste koyarak biçimlendireğiz baharı. Acılar sonlamayacak ama azalacak bu bahar da. Şimdi kendi küllerimizden yeniden var olma, ayağa kalkma zamanıdır. Hoş geldin, acısı tarifsiz ve yaman kardeş, evlat, abi, abla, anne, baba, can…