Ezgi Başaran / Radikal

NEDEN

Yazar Ahmet Ümit’le buluşmamın birkaç sebebi vardı: Birincisi, Antepliydi ve ailesinin kayda değer bölümü hâlâ Antep’te yaşadığı için Suriye krizi ve olası ABD müdahalesi onu günlük bazda fazlasıyla etkiliyordu. İkincisi, ekimde çıkacak son polisiye romanı Beyoğlu’na ve aslında İstanbul’a ait tüm yaşam biçimlerine dokunarak örülüyor, kentsel dönüşümün tarihi ve ruhsal maliyetini gösteriyor ve Gezi ruhuna değiyor. Üçüncüsü, sosyal medyada söylediği bir söz yüzünden hemencecik siyasi ve sosyal kutuplaşmanın mağduru olan insanlardan biriydi. Hepsini konuştuk; savaşı, yaşam tarzına müdahaleden ne kastedildiğini, kitabına da sızan Gezi ruhunu niye Türkiye tarihi açısından önemsediğini...

Ailesinin büyük bölümü Antep’te yaşayan biri olarak Suriye meselesi sizi nasıl etkiliyor? 

Çok kötü etkiliyor. Ceylanpınar’a bombalar düştüğünden beri büyük kaygı içerisindeyim. Eminim herkes kaygılıdır ama benim için durum dediğiniz gibi biraz daha farklı. Çünkü 93 yaşındaki annem, dört kardeşim, yeğenlerim orada yaşıyor. 1.5 yıl önce Halep’teki Arap dostlarımız Antep Havaalanı’na taksiyle gelir, oradan uçakla nereye gidecekse giderdi. Halep ve Antep arasında müthiş bir kültürel alışveriş vardı, sınır kalkmış gibiydi. Bugün tüm bunların korkunç bir şekilde değiştiğine şahit oluyorum. Suriye’de çıkan iç savaşa silah temin ederek dahil olmamızın ciddi sonuçları oldu. Baskıcı bir rejim, bir diktatör tarafından ezilen bir halkın yanında durmakla, silahlı mücadelenin bir tarafına cephanelik sağlamak, olayı adeta bir kan davasına dönüştürmek ayrı şeylerdir. 

Ailenizi İstanbul’a çağırmayı düşünüyor musunuz Antep’ten? 

Elbette, zaten bu teklifi yaptım fakat herkesin bir düzeni var ve söylediğim gibi çok kalabalıklar. Hadi benim gücüm yetti, ailemi İstanbul’a getirdim, bir ev tuttum... Peki Antep’te, Urfa’da yaşayan diğer vatandaşlar ne yapacak? Nereden nereye geldik iki yılda... Tutmuşuz Antep’teki ailemin yakınına füze düşer mi gibi ihtimalleri konuşuyoruz. 

Halkına karşı kimyasal silah kullanan birinin cezalandırılması gerek, o nedenle ABD müdahalesi meşrudur argümanına ne diyorsunuz? 

Elbette cezalandırılsın ama belli kurallar çerçevesinde. Siyaset var, diplomasi var. Birleşmiş Milletler var. ABD’yi tüm bunların üstünde konumlamak, yarın öbür gün ona “Türkiye’de de otoriter bir rejim var, Kürtlere zulüm ediyorsunuz, zaten zamanında Ermenileri de katlettiniz, müdahale şart” derlerse ne yapacaksınız? Bunları anlatmak ve konuşmak da çok zor bir hale geldi Türkiye’de. Korkunç bir kutuplaşma var. 

Bu yüzden bazı cümleleri yutkunduğunuz, söylemekten imtina ettiğiniz oluyor mu? 

Fikirlerimi açıklamayı bir yazar olarak zorunlu görüyorum ve aslında ilgilendiğim şey politika değil, kültür. Yazarlar kültür oluştururlar. O kültür nedir? Nefrete, ırkçılığa dayanmayan, ötekileştirmeyen, barışı, hoşgörüyü, demokrasiyi öne çıkaran, her zaman otoriterliğe karşı olan bir kültür. Bu kültürü oluşturduğun zaman Kemalistler dindarları, dindarlar laikleri, solcular sağcıları, sağcılar solcuları, Türkler Kürtleri, Kürtler Türkleri, maçolar kadınları yok edemiyorlar. Benim tüm anlayışım ve yazdığım romanlar bunun üzerinedir. Bu kültürü yıkmaya yönelik eylemler, AKP, CHP, MHP, BDP, TKP kimden gelirse gelsin karşısında durmak zorundayım. Bir yazar olarak görevim bu. Ama dediğiniz gibi bu görevi yerine getirmenin çok zorlaştığı günlerden geçiyoruz. Yakın zamanda bir twit attıktan sonra başıma gelenler... 

Ne oldu? 

Çok içkiyi seven bir insan değilim ama haftada bir dostlarımla buluşur içerim. Bizim yazarlık ritüellerimizden biri. Bir akşam “Rakıyı çıkar hayattan ayın, güneşin sevginin ne tadı kalır” gibi bir twit attım. Ahmet Ümit kitaplarını okumuyoruz diye kampanya başlattılar. Bunu yapanlar o kutuplaşmanın öbür tarafında yer alan kimselerdi. Güldüm aslında çünkü benim kitaplarım ayda ortalama 20 bin satıyor, o ay 40 bini gördü. Öte yandan şakası da pek yok. Memet Ali Alabora’yı linç etmeye kalktılar ve çocuğu öldürebilirlerdi. Bu kamplaşmayı beslemek kimsenin yararına değil. Bu kamplaşmayla, evet, seçim kazanabilirsiniz ama tarihi kaybedersiniz. Bir seçim, iki seçim, üç seçim, beş seçim kazanmak sizin saygın bir lider olarak hatırlanmanızı sağlamaz. Stalin yıllarca iş başında kaldı, gittikten sonra nasıl hatırlandı? AK Parti’nin yaptığı çok önemli hizmetler de var, yadsımıyorum fakat bugünkü iklim çok tehlikeli. Buradan ancak hepimize daha fazla özgürlük alanı tanınmasıyla çıkılabilir, iyice bastırılarak değil. Ben şimdi bunları size anlatıyorum ama anlattığım için başıma bir şey gelir mi diye de düşünüyorum. Eşim tedirgin oluyor, annem Antep’ten arıyor kızıyor. Kardeşlerim “Ahmet fazla konuşma, ne yapıyorsun?” diyor. Bir kesim ise “Yürü be Ahmet, işte bu, az bile söyledin” diye sırtımı sıvazlıyor. Hepimiz bu arada kalmışlığı yaşıyoruz. Sovyetler Birliği niye yıkıldı? Çünkü muhalefet yoktu. Muhalefetin, muhalif seslerin nefes alması ülkenin nefes alması için gerekli. 

Muhalefetin etkisizliği AK Parti’nin değil, söz konusu partilerin suçu değil mi? 

Elinizdeki tüm devlet aygıtlarıyla bastırırsanız, muhalefet yapılamaz. Muhalefet partileri süreçleri kötü yönetiyor ama devletin basına, yargıya hükmettiği ülkelere demokrasi denemez ve o ülkelerde muhalefet ne yaparsa yapsın kafasını kaldıramaz. Bu, geçmişteki hükümetler döneminde de böyleydi. Sebebiyle ilgili benim bir tezim var. 

Nedir teziniz? 

Hitit dönemini, Roma dönemini, Osmanlı’yı düşünün... Bu topraklarda 3500 yıldır kul kültürü gelişti. Bir kral, bir imparator, bir padişah hep vardı. Cumhuriyet dönemiyle birlikte iddia, bu kul kültürünün yıkılıp vatandaş kültürünün yerleşmesiydi. Fakat bu iddianın sahibi Mustafa Kemal bile bir padişaha dönüştü. Sonra? Mustafa Kemal gitti, başka bir tek adam, İsmet İnönü geldi. Menderes, Ecevit, Demirel, Özal ve bugün de Tayyip Erdoğan... Hepsinin yönetme biçimi bir noktadan sonra birbirinin aynısıdır. Çünkü karşılarında kul kültürü vardı. Gezi eylemlerinin en büyük önemi ve hiçbir siyasetçinin okuyamadığı bölümü buydu. Kul kültürü ilk kez kırılmaya çalışıldı, “Ben vatandaşım, benimle böyle konuşamazsın, haklarım var” denildi. “Benim sesim var, seni seçtim, eğer hizmet edersen yeniden seçerim ama seni seçtim diye sakın kibirlenme, bana sahip olmuş değilsin, hele de hakaret hiç edemezsin, hayatıma karışamazsın” diye direnildi.

Başbakan, hakkındaki belgeselin yayınında “Yıllardır anlatamadım, biz kimin yaşam tarzına karışmışız, herkes istediğini yiyor, istediğini giyiyor” dedi... 

Benim haftada bir rakı içebiliyor olmam özgürlüğümün delili midir yani? Yaşam tarzından anlaşılması gereken nedir, size anlatayım. Lütfen Beyoğlu’nun geldiği noktaya bakın. Tarlabaşı’na, Topçu Kışlası’na yapılmak istenene... Her yer AVM, her karış dağıtılacak bir rant artık. Biz de ya buna uyacağız ya uyacağız çünkü başka bir alan bırakmıyorsunuz devlet olarak. Bana rantsal bir yaşam tarzı dayatıyorsunuz, nerem özgür?! Dahası da var. Benim torunum üç gün önce ilkokula başladı. Halbuki 21 Aralık 2007 doğumlu küçücük bir çocuk. Yazık. Geçen sene yaşanan trajedileri gördük, altlarına kaçırdı birçoğu. Benim torunuma kadar karışılıyor, daha ne olsun! İçki meselesinde de... İçki içilebiliyor ama en üst merci ve perdeden aşağılanmayı göze alanlar için. Neredeyse her gün Sayın Başbakanımızı televizyonda görüyoruz, azarımızı işitiyoruz. Gelişmiş ülkelerde sokaklarda polisi, televizyonda başbakanı bu kadar sık göremezsiniz. Devlet görünmezdir. Şahsen ben Başbakanımı özlemek istiyorum, bu kadar yoğun ilişki muhabbeti azaltıyor! Göstermelik olarak yürütmenin ve yargının bağımsız olması, basının sözde özgür olması, rakı içebiliyor olmamız demokratik bir ülkede yaşadığımızın, yaşam tarzımıza müdahale edilmediğinin kanıtı değildir. Buradan ileri demokrasiye de geçilmez. 

Sizin söylediğiniz kul kültürü halkın demokrasi taleplerini de asgariye indirmiyor mu? 

Evet ve bu kültür içimize işlemiş. Bizim edebiyatımızda, Batı edebiyatının aksine baba katli yoktur biliyor musunuz... Baba bizi dövse de, -ki döver-, doğrusuna yanlışına boyun eğdiğimiz biridir. Örneğin Halikarnas Balıkçısı babasını öldürmüştür ama romanını yazmamıştır. Metaforik olarak babayı öldürmek çok önemli bir olgudur çünkü baba aynı zamanda ‘Tanrı’dan yetki almış devlet’i sembolize eder. Bu anlamda edebiyatta ‘babayı öldürmek’ kulluk kültüründen uzaklaşmamızın başlangıcıdır. Gezi’de yapılan ve Başbakan’ın kendisine karşı düzenlenmiş komplo sandığı şuydu: Babaya ilk kez karşı geliniyordu. Gerçekten Türkiye’yi kazanmak istiyorlarsa, tüm siyasi partilerin bunu okumasını tavsiye ederim. Çünkü bir toplumun ruhuna sinmiş bir kültürden sıyırma çabasıydı olan. Toplum ilk kez babaya ve kul kültürüne karşı gelmeyi denedi, yine deneyecek. Bugün bu bir eğilimdir, yakın zamanda olguya dönüşecektir. 

Ne demek olguya dönüşmek? Gezi ruhundan bir siyasi parti mi doğacak? 

Hayır, işte böyle sananlar da, Gezi’yi bir devrim provası olarak görenler de meseleyi yanlış okudu. Ne devrimi yahu! Ortada derin bir ekonomik kriz, halkın rejimden memnun olmaması yahut ülkenin yönetilemez hale gelmesi gibi bir durum yok Türkiye’de. Haziranda yaşadığımız toplumsal hareketlilik böyle bir yerden doğmadı. Neydi? Gerçek yeni Türkiye’nin ilk adımı. Daha önce Kemalist baskı, ‘Başörtülüler giremez’ diyordu. Şimdi o gitti, başka tür bir baskı geldi: Benden olmayanlar ayağını denk alın baskısı. Eski hataların intikamının alındığı bir vesayet döngüsü. Yeni Türkiye ikisine de hayır diyebilen insanların Türkiye’sidir. Olguya dönüşmek budur.