12 Eylül 2010’da gerçekleştirilen referandumda çıkan sonuç Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyaç duyduğunu gösterdi. Bütün siyasi partiler şu ya da bu nedenle yeni bir anayasa istediklerini belirttiler. Önümüzdeki bir yılın en önemli tartışma konularından biri gene anayasa olacak gibi görünüyor, ama anayasayı nasıl tartışacağız belli değil. Geçmiş pratiklere baktığımıza öğrenecek şeyler var, ama bugüne kadar tartışma ve uzlaşmayla bir anayasa yapabilmiş değiliz.

Türkiye’nin anayasa yapma pratiğine baktığımızda ya yaşanan sorunların çözmek için anayasadan medet umduğumuzu, ya da sorunların kaynağı olarak anayasayı görüp değiştirme çareleri aradığımızı söylemek mümkün. Bu yaklaşım başından yanlış görünüyor. Çünkü, bütün hukuk metinleri gibi anayasalar da kendi başlarına sorunları çözmezler, yalnızca belli bir güçler dengesinde çözülmüş olan sorunlara hukuksal bir form verirler.

Sorunları anayasa aracılığıyla çözebileceğini zanneden güçler başından beri punduna getirip bir anayasaya hazırlayıp yürürlüğe sokmaya çalışmışlardır ve bu yüzden 1920-1924 dönemi dışarıda bırakılırsa bugüne kadar yapılan bütün anayasalar tepeden inme ve dayatma biçiminde gündeme gelmiştir. 1929-1924 döneminde ise, bir istisna olarak hiç olmazsa meclis içerisine bir tartışma ve uzlaşma yaşanmıştır. Bugün bunu aşabilmek, dayatmayla değil uzlaşmayla, sorunları çözmek için değil çözebildiğimiz oranda ve yalnızca meclis içinde değil bütün ülkede katılımcı ve demokratik bir tartışma süreci yaşayarak yeni bir anayasa yapmakla karşı karşıyayız.

Bir yanda çözmemiz gereken sorunlar var: Kürt Sorunu, başta Aleviler olmak üzere farklı inanç topluluklarının eşit yurttaşlık sorunu, kadınların ve gençlerin siyasal ve toplumsal katılma sorunu, refahı adil paylaşma sorunu, çoğunlukla çevre sorunları biçiminde ortaya çıkan halkın kendi yöresindeki tercihlere doğrudan müdahil olma hatta tercihi kendi yapma isteği, dernekler, sendikalar ve siyasi partiler de ortaya çıkan demokratik işleyiş sorunu, devletüstü örgütler ile devlet arasındaki egemenlik paylaşım sorunu vs… Diğer yanda ise bir anayasada yer alan konular: Egemenlik konusu, devlet aygıtının nasıl oluşacağı ve işleyeceği konusu, devlet ile yurttaşlar arasındaki ilişkilerin nasıl olacağı konusu. Yapmamız gereken sorunların çözümü konusunda uzlaşmaya varıp bunu anayasanın teknik dili içinde ifade etmek olmalı.

Tarihe baktığımızda egemenliğin padişahtan alınıp meclise verildiğini, sonra da meclis egemenliğinden parçalar kopartılıp bürokratik kurumlara aktarıldığını görüyoruz. Bugün ne padişahlık söz konusu, ne de kimse bürokratik vesayet istiyor, ama başta AB olmak üzere çok sayıda devlet üstü örgüt kuralları ve hukukuyla “evrensel” bir anlayışı dayatıyor. Dolayısıyla yapacağımız anayasada egemenliğin bu yeni paylaşım biçimlerine uygun bir çözümü bulmak zorundayız, bunun için de tartışmak.

Devlet aygıtının kuruluşu ve işleyişine baktığımızda egemenliğin el değiştirmesine paralel olarak, devlet aygıtını oluşturan güçlerin adım adım padişahın denetiminden çıkartılıp meclisin denetimine verildiğini, daha sonra da meclisin ve yürütmenin alanının dışında özerk bürokratik kurumlar yaratıldığını görüyoruz. Bugün yasama, yürütme ve yargının birbirinden tamamıyla ayrılması gerektiğini, merkez ile yerel arasında vesayet ilişkisi yerine denge ilişkisi kurmanın kaçınılmazlığını, devlet üstü örgütler ile yerel arasındaki kademenin yumuşatılması gerektiği söyleyebiliriz. Ancak, burada parlamenter sistemin mi, yoksa başkanlık sisteminin mi daha iyi sonuç vereceğini, merkez ile yerel arasındaki dengeyi sağlayacak ideal örgütlenme biçiminin federalizmi yoksa güçlendirilmiş bir yerel yönetim sistemi mi olacağını tartışmamız lazım.

Son alarak devlet ile yurttaş arasındaki ilişkilerin nasıl düzenleneceğini, yani temel hak ve özgürlüklerin anayasada nasıl yer alması gerektiğini tartışmalıyız. Birinci, ikinci ve üçüncü kuşak haklara anayasada ayrıntılı biçimde yer vermeli miyiz, yoksa insan en kutsal değerdir ve cinsiyet, dil, din vs fark etmeden, ama bu farklılıkları içinde her şey insan içindir deyip geçmeli miyiz? Anayasada hangi dersin okutulup okutulmayacağı gibi aslında müfredat programında olması gereken, hatta yerel düzeyde karar verilmesi gereken konulara yer verecek miyiz yoksa ilkeleri sayıp geçecek miyiz? Bütün bunları tartışmamız ve varacağımız uzlaşmaları anayasaya yansıtmamız gerekiyor.

Peki bugün dayatma yerine uzlaşmayla bir anayasa yapabilir miyiz? Bu biraz da anayasanın kim tarafından hazırlanacağıyla ilgili bir soru. Geçmişte olduğu gibi bir grup uzman hukukçu bir metin hazırlayıp birileri bunu inceleyecek ve halka yalnızca ‘evet mi hayır mı’ diye sorulacaksa yapamayız. Ama temsili düzeyde de olsa farklı kesimlerin görüşleri alınıp ortak bir metne dönüştürülecekse ve bu işi TBMM yerine görevi ve çalışma süresi belirlenmiş bir Kurucu Meclis yapacaksa belki! Belki, çünkü bunun için bile önümüzdeki dönemde TBMM’nin toplumun en geniş kesiminin en adil bir biçimde katılımıyla oluşması şart görünüyor.