Ara Dinkjian, yakın zamanda Kalan Müzik tarafından yayınlanan bir albüm projesiyle bir kez daha bizlere merhaba dedi.

Sanatçının binlerce taş plaktan oluşan koleksiyonundan yaptığı seçmeler, Kalan Müzik’in 30. yılı kapsamında ‘Armenians in America On 78 RPM’ adıyla yayınlandı.

Albüm dijital müzik platformlarında bu isimle yer alsa da Türkiye’de ‘Ara Dinkjian Arşivinden Amerika’daki Ermenilerin Müzikleri’ olarak biliniyor.

Dinkjian’ın seçtiği, Ermeni müzisyenlerce yüzyılın ilk çeyreğinde icra edilen Ermenice, Rumca, Kürtçe ve Türkçe 58 kayıt, 3 CD’lik bu albümle bugünün dinleyicilerine sunuluyor. Albüm paketinde ayrıca 157 sayfalık bir de (“kitapçık” demek için fazlaca kapsamlı) kitap yer alıyor. Ara Dinkjian’ın ve etnomüzikolog Melih Duygulu’nun sunuş yazılarının yer aldığı bu kapsamlı kitapta ayrıca tarihçi Harry A. Kezelian'ın yüzyılın başında Amerika’daki Ermenilerin hayatını nakleden bir makalesi bulunuyor.

Kalan Müzik’in kurucusu Hasan Saltık’ın girişimiyle başlayan proje, Saltık’ın Haziran ayında aramızdan ayrılmasıyla eşi Nilüfer Saltık’ça sahiplenilmiş ve tamamlanmış.

Ara Dinkjian Gazete Guvar'dan Mahmut Çınar'a yeni albümü anlattı.

Söyleşi şöyle:

Albümle başlayalım. Nasıl ortaya çıktı bu proje?

Kalan Müzik’i kuran Hasan Saltık ile yıllar önce tanıştım, kendisi benim bazı albümlerimi de yayınlamıştı. Yıllar içinde müzik konusunda kendisiyle uzun sohbetlerimiz oldu tabii ve benim büyük bir taş plak koleksiyonum olduğunu biliyordu. Kalan Müzik zaten taş plak kayıtlarını yeniden basarak dinleyiciyle buluşturan, müzik tarihiyle, arşivle çok ilgili bir yapım şirketi. Bu proje esasen Hasan Saltık’ın fikriydi, kendisi Amerika’daki Ermenilerin yüz yıl önce neler kaydettiğini merak ediyordu. Benden, Amerika’daki Ermeni taş plak kayıtlarından bir seçki yapmamı istedi. İlginç bulduğum, bugünün dinleyicisiyle mutlaka buluşması gerektiğini düşündüğüm eserleri, kayıtları seçtim. Benim için de ilginç bir deneyimdi. Tabii bugün bu müziği dinleyen milyonlarca insandan söz etmiyoruz, buna ilgi duyan çok fazla insan yok ancak Hasan ve ben bu insanlardan ikisiydik ve bu kayıtları belgelemeyi önemli bulduk. Maalesef Hasan’ı albüm yayınlanmadan kaybettik ve bu albüm onun son projelerinden biriydi. Bir parçası olmaktan gurur duyduğum bu albümü, bu projeyi ona adamamız gerekiyor diye düşünüyorum.

Sizin geniş bir taş plak koleksiyonunuz olduğunu da öğrenmiş olduk bu vesileyle. Nasıl başladınız bu plakları toplamaya? Sizi bu koleksiyonu yapmaya iten neydi?

Çocukken, harika bir Ermeni halk şarkıcısı olan babam Onnik Dinkjian ve müzikle hep ilgili annem sayesinde evde müzikle büyüdüm. Babamın birkaç taş plağı vardı ve ben onları çalıp dinliyordum. Duyduğum şeylere inanamıyordum açıkçası. Dinlediğim ilk kayıt Hafız Burhan’a aitti, bana çok ilginç gelmişti. En başta “Bir kadın mı söylüyor bunu? Bu müzik nedir? Nasıl duygusal bir söyleyiş?” diye çok şaşırmıştım. İlk kez bu müziği dinlemek, bir böcek ısırığı gibiydi ve o şişlik hiç inmedi. O andan itibaren benzer kayıtları daha çok dinlemek istedim. Şimdi 63 yaşımdayım ve her sabah uyandığımda içimde daha önce dinlemediğim, haberimin olmadığı bir taş plağı bulma isteği oluyor. Bunun birçok nedeni var tabii. Öncelikle, bir müzisyen olarak siz de biliyorsunuz bunu, bizler nereye gideceğimizi olduğu kadar, belki daha fazla nereden geldiğimizi sorgularız. Bu bize, gelecekte nereye gideceğimizi anlamakta yardımcı olur. Ben de bu kayıtları dinleyerek şarkıların, enstrümanların, dillerin, şarkı formlarının, müzisyenlerin, bestekârların neler, kimler olduğunu öğreniyorum. Yani biz müzisyen, bir besteci olarak benim için çok çok önemli bir bilgi kaynağı bu arşiv. Bir de şu var. Müzisyen olmasaydım bile bu koleksiyonu yapardım çünkü duyduğumuz şarkılar, duyduğumuz müzik bugün duyduklarımızdan çok farklı.

Böylece taş plakları toplamaya başladım. Şansıma, benim başladığım yıllarda, yani bundan 50 yıl önce Amerika’daki Ermeni evlerinin birçoğunda taş plaklar vardı. Yeni nesiller bu müzikleri artık dinlemiyordu ve bu plaklar çöpe atılacaktı. Bendeki plakların çoğu bu şekilde edindiğim plaklardır. Sonra yavaş yavaş bu plaklarla ilgili başka bilgiler de edinmeye başladım. Örneğin bir plağın Türkiye’de basıldığını ve Amerika’ya getirildiğini yahut Türkiye’de basılan bir plağın Amerika’da yeniden basıldığını veya bazılarının ilk olarak Amerika’da basıldığını vesaire biliyordum. Bu taş plakları bu özelliklerine göre tasnif etmeye başladım daha sonra.

Müziğe duyduğum sevgi ve ilgi ise plaklarla başlamadı. Konuşmayı öğrenmeden bile önce müziğe olan ilgim ailem tarafından fark edilmiş. Henüz bir bebekken her yerde ritim tutmaya çalıştığım için elime bir darbuka tutuştururlarmış örneğin. Babam şarkı söylerken hep ona eşlik etmek isterdim. Kilise müziğimiz vardı, Gomidas’ınki gibi koro müziğimiz vardı, annem de babam da Ermeni korolarındaydı. Tabii düğünlerde, buluşmalarda, pikniklerde çalan halk müziğimiz vardı. Hayatımızın her anında farklı türde müzikler vardı. Doğduğumdan itibaren içindeydim yani. Bu taş plaklarla tanıştığımda ise sonsuz bir ses ve bilgi dünyasına giriş yapmış oldum. Dediğim gibi çok önemli kaynaklardır taş plaklar.

Yüzyılın başında diğer kimi ülkelere olduğu gibi ABD’ye de göç eden ciddi bir Ermeni nüfus var. Osmanlı topraklarından çıkış nedenlerini biliyoruz ancak neden örneğin Avrupa yerine ABD tercih edilmiş? Çok uzak bir ülke, uzun ve o dönemin koşullarında zorlu bir yolculuk…

Ben büyükbabam ve büyükannemle onlar ölmeden önce uzun söyleşiler yapmış ve onların hikâyelerini yazmıştım. Aynı şeyi kendi ebeveynlerimle de yaptım, dolayısıyla onların buraya gelirken ne düşündüklerini aşağı yukarı biliyorum. Amerika, doğru ya da değil, dünyanın farklı yerlerinden gelen insanlara kucak açıyor gibi bir algı var o dönemde. Ayrıca bu insanları kendi kimlikleriyle, ne iseler o şekilde yaşayabilecekleri şekilde kabul ettiğine inanılıyor. Bu, göçmenlerin burada kolay bir hayatları olacağı anlamına gelmiyor ancak eğer buraya gelir de sıkı çalışırlarsa iyi bir hayatları olacağına dair bir düşünce var. Özellikle de Osmanlı’dan çıkan Ermenilerin belli başlı bir rotaları vardı. Suriye, Lübnan, Fransa ve sonra Amerika. Birçoğu bu yolculuğu yaptı. Bazıları doğuya gitti tabii, Erivan’a, Avustralya’ya. Benim atalarım Suriye, Lübnan, Fransa, Amerika rotasını izleyenlerden. Ancak o dönemde bile, benim ebeveynlerim ABD’ye önce gönderilmiş çünkü ABD, Osmanlı doğumlu olanları vatandaş olarak kabul etmiyormuş. Annem ve babam Fransa doğumlu oldukları için önceden Amerika’ya gitmişler ancak büyükannem ve büyükbabam birkaç yıl sonra kapılar açılınca gidebilmişler. Özetle, Amerika’nın misafirperver ve fırsatlar sunan bir ülke olduğu imajı etkili olmuş bu göçte.

 Dinlediğimiz müzikler ve anlatılanlar, yüzyılın başında özellikle New York’ta göçmenler için çok hareketli bir hayat olduğuna dair bir hayal oluşturuyor. Bize biraz sizin o dönemle ilgili tasavvurunuzu anlatır mısınız? Yani Osmanlı’dan göç etmiş ve zaten burada yıllarca birlikte müzik icra etmiş Ermeni, Rum, Yahudi, Türk müzisyenlerin oluşturduğu bir kültür, eğlence ortamı geliyor aklıma örneğin… Bu insanlar Amerika’ya gittiklerinde ne yaptılar, nasıl bir ortamla karşılaştılar?

Genel anlamıyla o dönemde buraya gelen Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin ya da Türklerin aklında müzik olmadığını, daha doğrusu buraya bu amaçla gelmediklerini söyleyebiliriz. Albümün kitapçığında da söylediğim gibi, burada kaydedilen o taş plakları yapan müzisyenler çoğunlukla profesyonel müzisyen değillerdi. Amerika’ya yeni bir hayat ihtimali için gelmişlerdi. Ve çok ilginçtir, gelen Ermeniler belli bölgelerde toplanmakla kalmamıştı, aynı şehirlerden gelen Ermeniler ortak alanlarda, şehirlerde toplanıyordu. Mesela Diyarbakır’dan gelen Ermeniler belli bir şehirde toplanıyor, Elazığ’dan gelenler başka bir şehirde yaşamaya başlıyor gibi bir durum vardı. Çünkü önceden gidenlerden biri orada bir ev bulup hayat kurmaya başlamışsa, “Buradaki komşumuz şu şehre gidip orada bir ev kurmuş” diyerek o şehre gidiyorlardı. Amerika’ya yerleştikten sonra, ki yerleşmekten bir ev ve müzik dışında bir iş bulmayı kastediyorum, diyelim bir iki yıl geçince ve artık kendilerini güvende hissetmeye başlayınca bu insanlar eğlenmeye, bir araya gelmeye, müziğe de ihtiyaç duymaya ve bunlar için zaman bulmaya başladılar. Birinin güzel sesi varsa evlerde toplanılıyor, biri bir darbuka, diğeri bir ud getiriyor ve hep beraber şarkılarını, türkülerini söylüyorlardı. Columbia, His Master’s Voice gibi buradaki büyük plak şirketleri, bu etnik toplulukları fark ettiler tabii. Bir Ermeni’nin işlettiği yerel bir bakkal dükkânına gidip örneğin, “Buralarda sesi güzel biri var mı?” ya da “Sizin mahallede kim güzel müzik enstrümanı çalıyor?” diye soruyorlardı. Tabii bakkal sahibi de, “Arkadaşım Petros çok güzel ud çalar, sesi de çok güzeldir” diyordu mesela ve gidip Petros’a bir plak doldurmak ister mi diye soruyordu bu şirketlerin yetkilileri. Çok çok küçük paralar karşılığında müzisyenler bu plakları doldurdu. Amaç tamamen Ermeni ya da diğer uluslardan göçmenleri plak müşterisi olarak kazanabilmekti aslında ve bu kolaydı da çünkü bu toplulukların kendi müziklerini dinleyebilecekleri plakları, albümleri yoktu. Bu kayıtlar satılmaya başlanınca bu kez bu şirketler daha önce Osmanlı’da kaydedilmiş plakları ithal etmeye yahut bu plakların haklarını alıp bunları ABD’de yeniden basmaya başladılar. Bu sayede Ermeniler dil ve müzik yoluyla birbirleriyle bir bağ kurmayı başardılar. Üstelik Ermeniler, Ermenice, Kürtçe ve Türkçe şarkılar söylüyorlardı.

Biraz da sizin müziğinize gelmek istiyorum. Kökleri bu topraklarda olan bir isimsiniz. Oysa babanız bile Fransa doğumlu. Zannediyorum şu anda 92 yaşında olan babanız Onnik Dinkjian, Diyarbakır’ı hiç görmediği dönemde de kendisini hep Diyarbakırlı olarak tanıtırmış. Ben sizin müziğinizi ilk dinlediğimde, babası Fransa, kendisi ABD doğumlu bir müzisyenin bu denli bu topraklara has bir müziği bu ustalıkla yapıyor olmasına biraz şaşırmıştım doğrusu.

Çok teşekkür ediyorum ancak bana bu kadar şaşırtıcı gelmiyor bu. Tarihimiz bedenimizdedir, kanımızdadır, buna inanıyorum ben. Büyük büyükbabamla hiç tanışmadım ancak belki tam da onun yürüdüğü gibi yürüyorum, onun gibi konuşuyorum ya da mimiklerim belki de onunkilerin aynısıdır. Bu genetik mirastır. Eğer bunu kabul ediyorsanız, nerede doğduğunuzun bir önemi kalmıyor, tabii dışarıya, çevrenize çok fazla dikkat vermiyor, kendi içinize bakmayı biliyorsanız. Ben de hep bunu yaptım. Örneğin Beatles o dönemde Amerika’da çok büyük bir şeydi ve etkisi inanılmazdı ve ben de çok hayrandım. Ancak küçük bir çocukken de Hafız Burhan’ı ya da Gomidas’ı duyduğumda onlara Beatles’a verdiğimden daha büyük bir tepki veriyordum. Sanıyorum sorunuzun yanıtı burada saklı. Atalarımın kanını ve mirasını taşıyorum, ve eğer bunun farkındaysam nerede doğduğumun bir önemi kalmıyor. Bunun farkında olmayı başardım ben, bunu da müzikle, o müziği dinleyerek, daha çok dinleyerek yaptım. Eğer benim yazdığım melodileri dinlerseniz, benim müziğimle bu taş plaklardaki müzik arasında çok doğrudan bağlantılar bulursunuz.

Her zaman barıştan söz ettiniz, barışı savundunuz ve müziğin barış yolunda bir araç olabileceğini söylediniz…

Kesinlikle. Müzik bize insan olmanın ne olduğunu hatırlatır. İnsan olarak belli şeylere ortak tepkiler veririz, örneğin çocuklarımıza duyduğumuz sevgi etnik bir duygu değildir, insani bir duygudur. Müzikle ilgili hissimiz de böyledir, ortaktır. Aslında bana işin bu kısmı hep çok ilginç gelmiştir; neden müziğe böyle tepki veririz? Neden müzik duyunca bazı duygular hissederiz? Havadaki ses dalgalarını duyunca nasıl oluyor da mutluluk, hüzün gibi duygular hissediyoruz? Biri bir müzik duyduğunda belli bir his oluşuyor onda, belli bir tepki veriyor ancak onun, diyelim ki tarihi düşmanı da o müziği duyduğunda aynı tepkiyi veriyor, aynı şeyi hissediyor. Bu da bana, müziğin barış yolunda, paylaşmak yolunda iyi bir başlangıç olduğunu düşündürtüyor tabii. Bu, asgari müşterek işte. Ben de müzisyen olduğum için bu açıdan da mutluyum çünkü insanları bir araya getiriyor müzik. Bize neleri paylaştığımızı, ortak değerlerimizi hatırlatıyor.

Siz besteleri Türkiye’de milyonlar tarafından dinlenmiş ve çok sevilmiş bir müzisyensiniz. Böyle bakınca, mesela sizin eserlerinizin ya da başka müzisyenlerin yaptıklarının Türk-Ermeni barışı için bir araç olma ihtimalini düşündünüz mü hiç?

Ben çok iyimser biriyim. Bu bazılarına aptalca gelebilir ama öyleyim. Her güne uyandığımda mutlu olmak için çabalarım. Bazen hayat size o gün hayatınızın pek güzel geçmeyeceğini söyler ancak benim amacım güzellik, mutluluktur. Kendi müziğime çok bir anlam yüklemek istemiyorum, sözünü ettiğiniz bağlamda bir işlevi var mı yok mu onu da bilmiyorum. Tek bildiğim müzik gibi paylaşılan şeylerin, örneğin spor da böyle bir şey, bir değişiklik yaratabileceği. Bakın ben defalarca Türkiye’ye geldim, Ermeni olduğum adımdan da soyadımdan da belli. On binlerce insana çaldım ve hep çok güzel karşılandım. Sebebi müziktir, şarkılardır. Umarım bu paylaşmalar devam eder. Bakın, çoğumuz tarihi biliyoruz, farklılıklarımızı biliyoruz ve şunu anlamamız lazım. Yalnızca Ermeniler ve Türkler konusunda değil, tüm insanlık için, evlilikte de, arkadaşlıkta da, tüm ilişkiler açısından iki gerekli şey vardır: özür dilemek ve affetmek. Bu iki şeyi başarabilirsek dünyadaki tüm sorunları çözebiliriz. Sanırım müzik bu iki önemli şey için de bir köprü oluşturabilir.

Bana hep çok ilginç gelmiştir; zevkleri, kültürleri, müzikleri, dansları, yemekleri, sofraları birbirine en çok benzeyen halklar bazen birbirine en düşman halklardır ne yazık ki. Bir de hep, etnik grupların değil, coğrafyanın müziği ya da yemeği olduğuna inanmışımdır. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Çok doğru bir şey söylediniz, özellikle coğrafya anahtar sözcük bence. Çocukluğumdan beri, “Bu şarkı kimin?” sorusuyla hep uğraşmışımdır. Türk mü yazdı, Ermeni mi yazdı? Bu saçma tartışmadan sıkıldım. Bana göre melodiyi coğrafi olarak konumlamak daha doğru. Yüzyıllarca aynı topraklarda yaşamışız, belli müzikler, makamlar, usuller, dünyanın belli bölgelerinden gelirler. Size yine kendi ailemden bir örnek vereyim. Annemin ebeveynlerinin doğduğu köy, Harput’taki Şeyhhacı köyü. Şeyhhacı’nın iki mahallesi vardı, yukarı Şeyhhacı’da Türkler, aşağı Şeyhhacı’da Ermeniler yaşardı. O köyü görmeye gittim, görülecek pek bir şey de kalmamıştı gerçi. Bu köyden çıkan müzik, ezgiler “aşağı Şeyhhacı’dan” yahut “yukarı Şeyhhacı’dan”; Türklerden veya Ermenilerden diye bilinmez, zaten çoğu zaman da bu ayrımı yapamazsın. O müzik Şeyhhacı’nın müziğidir. Yemek de böyledir, giydikleri şeyler de… Bana ilginç ve güzel gelen budur.

Peki, albüme dönerek bitirelim söyleşimizi. Projenin devamı gelecek mi?

Konuşulmuş, kesin bir şey yok. Hep birlikte göreceğiz. Burada, arkamda gördüğün gibi binlerce taş plak var arşivimde. Eğer proje başarılı olursa ve ikinci bir aşamaya geçilirse seve seve katkıda bulunurum. Bu arada albüm daha çok yeni biliyorsunuz. Kalan gerçekten harika bir iş çıkarmış, baskısı, kalitesi dünya standardında. Gerçekten bir kez daha gurur duydum ve bu projede olduğum için mutlu oldum.