Her insanın en yakınına bile anlatamayacağı oldukça cazip sırları ve bunları gönül çelen hoyrat zaaf bekçilerine karşı koruyan mahdut sınırları vardır. Bazılarınınsa önce tam bir doğrusal çizgide ilerlerken zamanla sarpa saran ve bazen de düpedüz sürüncemeye uğrayıveren yaşam serencamına baktığınızda, içinizden “tam bir amatör, tam bir acemi işi” diye geçirebilirsiniz. Hiç de incelikli bir düşünce değildir bu.

Hayır, hayat bilgeliği, okuduğu kitaplar veya aldığı eğitim ve sertifikalar değil, üst üste gelen amansız hastalıklar ve yaşadığı kayıplar onu öylesine uslandırmıştı ki, önceki benliği ile şimdiki arasında adeta bir kişilik bölünmesi yaşıyordu. Suskunluk ve bezginlik tepeciklerinin eteklerinde dolaşırken, şöyle düşünürdü: “şu ikinci bahar dedikleri, ikinci kahvaltı veya ikindi vakti bir kahve molası gibi bir şey olsa gerek”. Kendince karma bir perspektif benimseyerek, karnivalist ve hedonist tarzına ilişkin dengeyi bulmuştu hayatının bu döneminde. Bu iyimser bakış açısına karşın, aslında yaşamı ılık, tatsız bir çorbadan farksızdı. Buna rağmen, geçmişte bu kadar bile yaşayacağını beklemezken, şimdi daha uzun bir yaşam süresi beklentisi içerisindeydi, tümüyle sebepsiz yere.

Yapıp etmek zorunda olduğu şeyleri çoğu zaman hiç belli etmeden gönüllüce yapıyor görünümü vermekte pek mahirdi. Sahte sevgilerin ve mahcup özleyişlerin otağında, uzaktan gözlemlediklerinin duyargalarına dokunmadan, ısırmadan fakat bazen hafifçe sokularak bir yaşam sürmekteydi. Hayatı boyunca hep kaleci olmak istemişti, fakat iyi ki de olmamıştı. "Ölüm var" diyerek her yanlışı affedecek miydi? Tüm golleri kalesinde mi bulacaktı? Ayağına bir kez olsun top değmeyecek miydi? Zaten dün yediğini bugün hatırlamazdı ki, yok yere yarının da tadı kaçmasın. Bu tuhaf felsefeyi kendisine temel ilke edinmişti. Yani hüzün ve üzüntüydü terkisindeki, zaten kaderindeki kendi kederiyle ezilip büzülüp günün sonunda yuvasına dönmekti yani.

Öte yandan, içindeki hayvanı, kösnüllüğünün tekinsizliğine hoyratça fırça darbeleri indirip her daim tetikte kalma noktasında, elinde avucunda kalan eğri büğrü ve eski keski, küskü ve kargılarıyla eğitmişti. İşte zafer böyle bir şey olmalıydı. İçi içine sığmadığı halde bir türlü ele avuca da gelmeyen, hatta bazen tamamen geride kalan.

Bu his ve dürtüler çerçevesinde debelenip dururken, randevusuna zar zor yetişti. Pes bir sesle başladı konuşmaya, dillere destan kreşendosunu sergilemesiyse pek fazla vakit almamıştı. Ejderha dövmeli bu delikanlının kekremsi bir resmiyetle karışık, o boz bulanık içten ve teklifsiz olma çabaları her daim başarısızlığa uğramaya mahkûmdu. Peki, “ben bir Chopin değilim, bayan” derken ne demek istiyordu? Kendisi bile bunu henüz tam bir tutarlılıkla kestirebilmiş değildi.

Karşısındaki kadınsa, işi büsbütün andavallığa vuruyordu. Böylesi bir aptallığın ve kifayetsizliğin kokusunu yaklaşık yüz metreden alırdı aslında. İkisi de biliyordu bu yemeğin bir ikincisinin olmayacağını. Masanın diğer ucuna süt dökmüş kedi yavrusu gibi bakan bizimkisi, her şeyin, her kırdığı potun, her devirdiği çamın farkındaydı. Bir yemek yendi, kadehler kaldırıldı. Herkes evine gitti ve yapmacık atmosfer dağıldı.

Hâlbuki tam da olacak gibi olmuştu, ancak olmamıştı. Hayır, ne vardı ki bu kadar çok isteyecek, bunca tepinecek ne vardı? “Yenil, bir daha yenil, daha iyi yenil” diye geçirdi içinden. Bir huzur ve sükûnet çöktü gönlüne. Bu namussuz, bu iffetsiz, bu arsız hayat ile baş etmenin, görmezden gelmek dışında, başka da bir yolu yoktu ki...