Uzun zaman önceydi. Bu anın çok gerisinde kalan uzun bir zaman. Sıcaklığını, heyecanını hiç kaybetmeden bugüne taşıyan eski bir sevdanın izindeydi yüreği. O eski günleri düşündüğünde son söyledikleri aklındaydı hep.

“Biz” diyordu, “akıp gelmek isteyen düşünceler dışında hiçbir şeye sahip değiliz. Tatlı bir sevgiyi, küçük bir sevinci tattığımız anlar dışında hiçbir şeye sahip değiliz.”

“Kimi an öfkelendim sana, kızdım, bazen o kara gözlerinde masum bir hüzün gördüm” dedi.

“Aldatıldım, aldattım ama şu gerçek ki hiç kopamadık biz. Kaybolmadık. Sanırım ayrılık vakti geldi” deyip durakladı.

Kelimeler boğazında düğüm düğümdü. ”Sana unutmamak için söz vermiyorum. Unutulmamak için de söz beklemiyorum. Sen tutsak ülkelerde özgürlük kokan yarınları beklerken, özlemler, umutlar, yarım yamalak sevdalar, ideolojik artıklar senin olsun. Biz şimdi bilmediğimiz dünyalara, ayrı yollara, faili meçhul sevdalara doğru giderken sen hep aynı kal, hep benim bıraktığım gibi” dedi.

Sonra… Ardına bakmadan gitti. Sırlarımız, umutlarımız, ideallerimiz, hırsımız, çocukça harcadığımız duygularımız ve biz… Biz yoktu ve artık her şey bir parça eksikti onun için.

Uzun zaman önceydi. Bu anın çok gerisinde kalan uzun bir zaman. Onlar, farklı bedenlerde alacalı elbiselere asılı, saklı sokakların adresindeydiler. İzdüşüm olsalardı; biri Mezopotamya’yı diğeri denize en yakın coğrafyayı gösterirdi.

O doğduğu toprakların rengindeydi. Teni içinde en karasal kuraklıklar, şivesinde düzelmesi zor kıvrımlar vardı. Kız, ılımandı; büyütüldüğü iklim gibi. Aynı ülkenin farklı coğrafyalarında sevdanın adıydı onlar.

Bir noktanın kesişen iki parçası. Bir ucunda özgürlük diğer ucu sonsuzluk karmaşasında. Yaşadıkları zamana inat kelimeler ile büyüyen iki yürek oldular. Hırs ve sevgi denkleminde iki doğruyu bölüşemeyen... Savaşları kelimelerde, hırsları sayılarda, aşkları ise demir bir kapının gri aralığında esir kaldı.

Bir deftere karalanan anlam yüklü satırlarla ayrıldı doğru parçaları. Akrep defalarca kovaladı yelkovanı. Yeni iklimlerde kaybedişler, varoluşlar kattılar yaşama. Diğer ucu sonsuzluğa yol alsa da bir noktaları başladıkları yerde idi hep. Aşk vardı orada, sevda vardı, hüzün vardı, özlem vardı.

"İdeolojik artıkların sende kalsın" demişti kız son satırlarında. Teni toprağına karışmış gencin, inançları, aşkla bağlandığı katı doğruları vardı. ”Savrulduğumuz yaşama dirençtir” bunlar diyordu.

Sıranın en arkasından hayatın en önüne uzanan savaşının ilk kurşunuydu ellerinin arasından bırakmadığı kalemi... O anlarda susardı kız. Cephane olmak isterdi aslında ona.

Biliyordu, kazananı ve kaybedeni olmayan bir savaştı yaşadıkları...

Farklı coğrafyaların hayat ikliminde büyüyen adı konulamamış hikayenin küçük kahramanları, lisenin haylaz ve hırslı çocuklarıydılar.

Yıllar sonra yine aynı lisede aynı sokak başında birbirlerini bıraktıkları yerdeydiler. Anlıyordu, zaman geçse de mevsimler aksa da zamana direniyordu ikisi de…

Yazıyordu artık. Kelimeleri olmadan savaşamazdı zamana. Adını koyamadığı ülkelere ağıt yakamazdı yüreği. Yitirilmiş bir sevdaya, saklı zamanın büyüsüne davet olmalıydı kelimeleri. Kalemi ona cephane olmasa da yüreği hep onun kavgasında onun heyecanındaydı.

O son görüşmede o koca oğlan ”çok güzelsin” diye usulca mırıldadığında ”sen hep aynısın, bende kaldığın gibi” dediğini hatırladı. Öyleydi. Bıraktığım gibi, hep aynı, bende kaldığı gibiydi…