9 Ocak 1990'da yitirdiğimiz Cemal Süreya'nın 26. ölüm yıldönümü vesilesiyle...

“Yol insanı ıslah edermiş” der eskiler, “yolculuk kişiyi bilge yapar.” Yol insanın kendini tanımasını sağlar ve kimi zaman bir ömür kadar kıymetli olur.

Yol, yolculuk ve ermişlik hiç eksik olmadı Cemal Süreya'nın hayatından. Ne bir ev satın alıp bir şehre kök salıp yaşadı ne de bir semtte senelerce oturdu. Her sonbahar yeniden doğmak için yapraklarını savuran bir ağaç gibi, her daim ölüp, ölüp tekrar dirilmesini başardı. Hep çok az eşyası oldu; tabi kitaplarını saymazsak. Bu kendi tercihiydi ama yaşam mı o noktaya sürüklemişti; bilinmez. Zenginliği hep deneyimde aradı, aşkta ve kavuşmalarda dizelere can vererek yaşadı. Acının tüm renklerini biliyordu ve ruh hali hüzünlü bir bilge gibiydi. Aslında bir ömür geçirmedi, bir savrulma yaşadı ve bu yazgısı daha o doğmadan başlamıştı. Dedesi göçmen kuş misali, Pülümür'den, depremleriyle ünlü şehir Erzincan'a yerleşmişti.

O dönemin Erzincan'ı yoksul, imkansızlıklar şehri... Babası Hüseyin bir kamyon şoförüydü, genç ve yakışıklıydı, giyim kuşamına çok özen gösterirdi. Hüseyin kamyonuyla uzun yolculuklara çıkar, yeni yerler görmenin bilgeliğini üzerinde taşırdı.

Hüseyin, bir yolculuğu sırasında gönlünü kaptırmış, Karatuş'tan bir kız sevmişti. Kız deyip geçmemek lazım tabi; güzelliği dillere destan, teni bir güvercin beyazlığında, kocaman siyah gözleri var. Arkadaşlarının süslü lakabı taktıkları Hüseyin, onu daha görür görmez sevdalanmış, yüreği kor bir ateşe dönmüştü.

Süslü Hüseyin, her seferinde ne yapıp edip mutlaka yolunu Karatuş'tan geçiriyor, bahaneler bulup, teni güvercinler kadar beyaz kızı görüyordu. En sonunda adını öğrenebilmişti ve ona çok yakışıyordu; Gülbeyaz.

Karatuş, güzel bir köydü, geniş bahçeli evleri, dere boyunca yüksek ağaçları vardı. Hüseyin, beyaz gülleri severdi ama Gülbeyaz'ı daha çok sevmişti ve sorup soruşturmuş, ailesinin onunla evlenmesine asla izin vermeyeceğini öğrenmişti. Onun plan yapıp, mutlu son için çabalaması gerekti ve ne düşündüğünü bir yolunu bulup abisine anlattı. Sonra birlikte Gülbeyaz'ı kaçırdılar.



Yörede adettendi kız kaçırmak; eğer iki kişi sevdalanır ve evlenmelerine izin verilmezse, erkek kızı bir gün kimselere haber vermeden kaçırır sonra da olay genellikle tatlıya bağlanırdı. Gülbeyaz'la evlenen Hüseyin, çok geçmeden çocuk sahibi oldu. Ama ne çocuktu o!

Gülbeyaz'ın, Erzincan'da doğurduğu çocuğun adını nüfus kayıtlarına Cemalettin diye yazdırdılar. Yıllar sonra onu herkes Cemal diye bilecekti ama o zamanlar sıska, kara kuru bir çocuktu. Hastalıklar onun peşini bir türlü bırakmıyordu ama o yoksulluğun ve o olanaksızlığın içinde yine da hayata sarılmış her sarsılışın ardından yaşamaya devam edebilmişti.

Osmanlı İmparatorluğu yanmış, külleri tüm dünyaya savrulmuş, Anadolu'da yeni bir ülke kurulmuştu. İki savaşı peş peşe yaşayan bu bereketli topraklar yoksullaşmış, eğitimli insanları kaybetmiş, kasvetten kurtulmaya çalışıyordu. Erzincan, iyice yoksullaşmıştı, hatta orada yaşayanlar zorlukla besleniyordu, gıda kaynaklarında büyük sorunlar vardı. Cemalettin de içinde yaşadığı dönemden nasibini almış, bir türlü hastalıktan kurtulamamıştı. Bünyesi zayıftı onun, gıdası yetersizdi, salgın hastalıklardan kolay etkileniyordu ve ince; çöp gibi bir çocuktu.

Kocaman, bahçeli ve kalabalık bir evde dünyaya geldi Cemalettin; sadece anne babası orada yaşamıyor, babaannesi, amcası ve onun karısı da aynı çatı altında barınıyordu. Yörede -eski bir gelenek olarak- erkek çocuklar daha çok sevilir daha çok önemsenirdi. Cemalettin, ailenin ilk erkek çocuğuydu ve bu nedenle çok şanslıydı. Bütün büyükler, onun etrafında pervane oluyor, ailenin devamlılığını sağlayacağı için onunla gurur duyuyordu.

Babası Hüseyin, kamyonuyla uzak yerlere yolculuk yaptıkça yıllar geçti, Cemalettin daha da büyüyüp serpildi, aile büyüklerinden başka evlenenler de oldu ve Gülbeyaz, iki doğum daha yapıp bir kız bir erkek çocuk daha dünyaya getirdi.

Küçük kardeşin adını Kemalettin koymuşlardı. Cemalettin, artık ilerleyen yıllarda bazı ayrıntıları hatırlayacak kadar büyümüştü; adı ona çok benzeyen Kemalettin'i çok seviyor, etrafından gördüklerini taklit ederek ona abilik yapmaya çalışıyordu. Fakat gel gör ki, Kemalletin, o kimsesiz yoksul coğrafyada gerekli bakımı yapılamadığından, sağlık hizmetlerinden yeterince yararlanamadığından ve dahası aşıları, vitaminleri olmadığından kısa süre sonra yaşamını yitirdi.

Bu Cemalettin'in şiirlerine de yansıdı; her zaman ölümle hesaplaşmaya çalıştı, kimi zaman bunu doğal karşıladı kimi zamansa dalga geçip, güldüğü ölüm duygusuyla ilk karşılaşmasıydı; ilk kez ölüme tanıklık ediyordu.



Gülbeyaz, yavrusunu kaybedince kahroldu, akraba kadınlar hiç susmadan ağlayıp, Kemalettin’in ardından hüzünlü ağıtlar söylediler... Dünyalar güzeli, bir güvercin gibi bembeyaz teni olan Gülbeyaz, oğlunun cansız bedenini bir yastığın üzerine koydu, onu götürüp Hüseyin'e verdi, son kez oğluna baktı, kımıldamadan öylece yatıyordu. Sanki birazdan yine ağlayıp mama isteyecek gibiydi, öyle sahiciydi ama ne çare bunu yapamazdı! Olan olmuş, giden gitmişti.

Hüseyin, dertliydi, üzüntüsü dağlardan büyüktü, ağlasa ağlayamaz, sızlasa sızlayamazdı; Erzincan'da erkeklerin ağlaması eksiklik sayılırdı ve böyle bir davranış yakıştırılmazdı. Yine de gözyaşı döküp dökmediğini kimseler bilmiyordu. Dertli baba, Gülbeyaz'dan yastık üzerinde yatan Kemalettin'i aldı, dini vecibeler yerine getirilsin, dua edilsin diye onu bir din görevlisine götürdü.

Cemalettin, babasının bu üzgün halini ömrü boyunca unutamayacaktı, kahraman sandığı adam yıkılmış gibiydi; Kemalettin'i gördü ve aradan kırk yıl geçse de unutamayacağı o manzara aklına kazındı. O, bunu hiç unutamayacaktı, Kemalettin'i hep öyle, yastık üzerinde cansız yatarken hatırlayacaktı.

Cemalettin, ilk kez bir ölü görmüş ve ölüm üzerine düşünmeye başlamıştı. İleride anılarını yazarken ölülerden değil de ölümden korkmaya başladığını açık, açık belirtecekti. Öyle ki, etrafında biri yaşamını yitirdiğinde yalnız kalamıyor, mutlaka yanında birinin olmasını istiyordu. İçine bir korku düşmüştü ve peşini hiç bırakmayacaktı. Küçük Cemalettin, Kemalettin öldüğünde yalnız kalamadı, çok sevdiği annesi Gülbeyaz da onu yalnız bırakmadı. Yine de ölüm onun zihninde karanlık bir dehliz gibi büyümüştü.

Gülbeyaz, kısacık ömründe dört çocuk doğurmuştu; Kemalettin'i kaybetmişlerdi Ayten ve Perihan yaşıyordu ama Cemalettin, sıtmaya yakalanmış, çelimsiz bedeni iyice zayıf düşmüştü; o yıl yörede salgın olduğu söylentisi vardı, birçok ölüm yaşanıyordu; acaba yaşar mıydın?

Cemalettin, sıtma nöbetleri geçiriyor, hastalığa direnemiyordu, ailesi ondan umudu çoktan kesmişti, bugün yarın ölür diye bekleniyordu. Gülbahar canını dişine takıp oğluyla ilgileniyor, üzüntüsünü, umutsuzluğunu ona belli etmiyordu. Ailenin ilk erkek çocuğuydu o, yöredeki töre gereği çok önemsenir ve prensler gibi bakılırdı. Özellikle amcası Memo, Cemalettin'in bir dediğini iki etmezdi.

Cemalettin, o sıska, hastalıklı haliyle aşık olmuştu; karşı komşularının kızı evlenmek üzere olan Perihan'a gönlünü kaptırmıştı. Yaşını, sağlık durumuna hiç aldırış etmiyordu, çünkü o ileride de böyle imkansız aşkların adamı olacaktı, şiirlere dökecekti duygusunu, milyonların beğenisini kazanacaktı. Şimdi ilk sevdasını çekiyordu; gönlü derinlerdeydi. Perihan'a o kadar aşıktı ki, yeni doğan küçük kardeşine de ısrarla onun adını verdirmişti. Bu durumdan Perihan'ın haberinin olup olmadığıysa hala meçhuldür; kimse bilmez, anılarda kitaplarda yazmaz... Fakat geleceğin büyük şairi, küçük yaştaki aşık, onu her gördüğünde kalbinin çırpıntısına yenilir, güzelliği karşısında büyülenirdi. Komşu kızı Perihan rüyaları süsleyecek kadar güzeldi, inanılmazdı, muhteşemdi.

Sıtmalı, kara kuru bir çocuk olan Cemalettin, iştahsızdı, yemekleri istese bile yiyemiyor ama annesinin ısrarlarını zaman zaman kıramıyordu. O, süt bile içmediğinden annesi Gülbeyaz bünyesinin zayıf düşeceğini bildiğinden ısrarla içirmeye çalışıyordu. Gülbeyaz, süt içirmek için ona ya hikayeler anlatırdı ya da yörenin alışkanlığı gereği dayak atarak ikna ederdi. Dayak bölgenin kaderi gibiydi, kuşaktan kuşağa akan bu kötü alışkanlık, o dönemdeki bütün çocuklar gibi gelip Cemalettin'i de bulmuştu. Bu kötülüğün ardından Cemalettin, annesine küsmez, yaşadıklarını normal karşılardı. O güzeller güzeli annesi de, aynı biçimde büyümüştü.

Oğluna genellikle kötü değil, şefkatli davranmaya çalışan Gülbeyaz, bazen de süt içmediğinde Cemalettin'e Kerem ile Aslı'nın hikayesini anlatır, bu büyük aşkı dinlerken sütü içirirdi.

Genç cumhuriyette her şey güllük gülistanlık değildi. Etnik isyanlar başlamış, “tek millet” fikrini benimsememiş olanlar isyan etmiş, yöneticileri zora düşürmüştü. Daha ilk yıllarda Şeyh Sait liderliğindeki Kürtler isyan etmiş, ardından askeri operasyonlarla bastırılmıştı. Ama bölgede bunun etkileri içten içe devam ediyordu. Bu durumun gelişmesi Cemalettin'in hayatında büyük değişikliklere neden olacaktı çünkü ailesi Zaza kökenliydi ve Türkiye Cumhuriyeti'nde diğer etnik toplulukların varlıkları kabul edilmiyordu.

Üç yıl önce bir kanun çıkarılmış ve “hassas bölgelerde” yaşayan bazı aileler için zorunlu göç başlatılmıştı. Şiirlerinde varolan “göçebe ruh” gelip onu bulmak üzereydi. Seber ailesinin bir kısmına sürgün kararı çıkmış, haber çok geçmeden eve ulaşmış ve kara bir bulut gibi üstlerine çökmüştü. Tam da ailenin nakliye işi rayına oturmuş, sahip oldukları kamyon iki kardeşin de geçimini sağlamaya başlamıştı. Emir büyük yerdendi, hüküm kesindi; mecbur uyacaklardı, Erzincan'dan göçeceklerdi. Son tebligatla sürgüne çıkmak için üç gün süre tanındığını öğrenmişlerdi. Eşyalarını toplayıp, onlarca yıl yaşadıkları, düğünlere-ölümlere şahitlik ettikleri, yeni yurtlarını, ekip biçtikleri topraklarını, evlerini terk etmek zorundaydılar. Tam yirmi yıl Erzincan'a dönmeyeceklerdi. Yirmi yıl ne sebeple olursa olsun evlerine, sahip oldukları topraklara gitmeleri yasaktı.

Sürgün haberi kara bir hastalık gibi çabucak yayıldı, çocuklar nedenini anlamakta güçlük çektiler, kadınlar dizlerini döverek ağıtlar yaktılar, erkekler kaçak tütünlerini ince Arap kağıtlarına sarıp hüzünle tüttürerek kara kara düşündüler.

Validen emir gelmişti, karşı gelmek imkansızdı.

Evdeki değerli bakır kapları ve önemsedikleri başka eşyaları bahçede kullanılmayan kör kuyuya sakladılar. Memo ile süslü Hüseyin'in günlerce direksiyon sallayıp, bozuk yollarda alın terleriyle kazandıkları yedek kamyon motorunu da aynı kuyuya zorlukla indirip, sakladılar. Şimdi yollar onlara arkadaş olmuştu; mecbur sürgüne gideceklerdi.

Evdeki kadınlar, zorunlu sürgün için hazırlık yapıyor bir yandan da kara haberi duyup gelen akrabalarla, komşularla vedalaşıyorlardı. Herkesin sesi buruktu vedalar bile hüzünle yapılıyordu. Bilinmeze gideceklerdi, herkes onlara “uğurlar ola” diyordu.

Ne Cemalettin ne Ayten ne de küçük Perihan nasıl bir trajedi yaşadıklarını anlayamıyorlardı. Herkesin yüzü asıktı ama çocuklar ilk defa trene binecekleri için heyecanlıydılar. Memo ve Hüseyin bir süre ortalarda görünmemişlerdi; kamyonu da yanlarında götüremeyecekleri için ucuz yollu satmış olmalılardı; yoksa neden trene binsinler ki?

Şimdi onca yılın birikimi, uykusuz geceleri, mutlu anıları, aşkları, ayrılıkları, hafızalarında ne varsa sanki Erzincan'daki o evlerinin bahçesinde bulunan kör kuyuya gömmüşlerdi. Geriye dönüp bakmaları imkansızdı! Bu şehir arkada kalacaktı, onları daha batıda yeni bir hayat bekliyordu ama şimdi istasyona boynu bükük gitmek zorundaydılar.

Kim bilir belki de istasyona bir at arabasıyla gitmişlerdir; döşekleri, yorganları, bohçalara sarılmış üç beş elbiseleri, yastıklar vardı. Sürgünde geçecek bir ömrün ilk adımını atmıştı büyük şair. Öyle ki sürgünlüğü, göçebeliği bir ömür içinde yaşayacaktı. Belki bu yüzden sevmezdi çok eşyalı evleri; Yol, yolculuk ve ermişlik hiç eksik olmadı Cemal Süreya'nın hayatından. Ne bir ev satın alıp bir şehre kök salıp yaşadı ne de bir semtte senelerce oturdu. Bir şiirinde şöyle diyordu: “Biliyorsun ben hangi şehirdeysem/Yalnızlığın başkenti orası.”

(Devam Edecek)