Uzun zamandır şehrin ağır limon küfü kokan havasından kendimi alıp çıkarmak istiyordum.

Sistemin kara siyahının grimsiye çalan ürkütücü renginden, vahşi ellerinden kurtulmak istediğim anda, maalesef kurtulamadığımı yeni öğrenmiş oldum…

Bir ahtapotun, kırçıllı griye çalan gövdesinden uzanan tırtırlı beyazdan eflatun morunu andıran kollarına sarılmış gibi hissediyorum kendimi…

İçimdeki kırılmaların, ülkede yaşanılan acılı, çığlıklarını zonklayan kulaklarımızda duyamayışımızı; örümcek ağına takılmış kartal gibi hissediyorum…

Kartal gibi güçlü olacaksın ama takıldığın bir örümcek ağından kurtulamayacaksın.

Ne tuhaf değil mi?

Yedi milyara yaklaşan şu yorgun gezegenimiz, yaşanılan bu acıların, atom moleküllerinin, insan hırsının doyumsuzluğuna dayanabilecek ne kadar gücü kaldı diye düşünürken, insan beyninin yazılmamış bir sayfa gibi olduğundan yola çıkarak, acaba beynimizde ne kadar yazılmamış sayfa kaldı diye de düşünmeden kendimi alamıyorum.

Dünya yuvarlağını rulet gibi döndürerek, her duruşunda karşıma gelen ülkeye baktıkça acılarla dolu bir dünya çıkıyor karşıma…

Ne garip değil mi?

Kendi coğrafyamızda 80 yıldır kanla yazılmış bir süreç…

Otuz yıldır süren bir kirli savaş…

Son otuz yılın bilançosu bile insanı ürpertecek kadar ağır…

Gelin görün ki, savaş yanlıları halen savaşa devam sloganları atıyorlar…

Acı değil mi?

Neyin paylaşımını neyin savaşını veriyoruz…

Mesela…

Onlar da anasının dilini konuşsa, senin gibi…

Onlar da kendi türküsünü söylese, halayını çekse senin gibi…

Onlar da kendi insanını seçse senin gibi…

Dünyanın sonu mu gelir?

Söylenenlerin, okunanların, yazılanların bir karşılığı olmalı…

Yaşamı gördüğümüz gibi düşündüğümüz gibi yaşama çabamız engellenmemeli bir başkaları tarafından…

Düşünürler, insan yaşamının güzelliği için düşünmelidirler…

Bir başkası, bir başkasının yaşamı üzerinden, başkalarının ölüsü/ ölümü üzerinden kahramanlıklarla metanet sabırları dileme yarışına girmemeliler...

Bilmiyorlar mı ateşin düştüğü yeri yaktığını?…

Çakıl taşından, ülke denilen aldatmadan, bayrak denen gereksiz milli gururdan, vatan millet edebiyatı ile bir başkasının fidan gibi evlatlarını kurban etmesinler…

Haydi…

Ya hep beraber ya da hiç birimiz diyelim...

Türkiye’ye Osmanlı baharı getirelim Arap baharından sonra… Laiklik İslami düşünceye ters değildir diyen başbakanı isterseniz akli dengesini, siyasi bilincini, eğitim düzeyini kontrol etmeden.

Kürt genelkurmay başkanı…

Ermeni başbakanlık baş danışmanı…

Süryani diyanet işleri başkanı atayalım…

Mümkün olur mu?

Kürtleri yok sayan otuz yıldır Kürt avcılığına soyunan bir ordu için Kürt genelkurmay başkanı olur mu?

Ermeni soykırımının konuşulması yasak olan ülkede başbakanlık başdanışmanı Ermeni olur mu?

Müslümanlıktan başka dinlerin yasaklandığı bir ülkede Süryani bir din adamı olur mu?

Türkçeden başka dillerin yasaklandığı bir ülkede milli eğitim bakanı anadilini konuşamayan bir dilden gelen biri olabilir mi?

Bence olamaz…

Ama garipliklerin yaşandığı bir ülkede yaşadığımız için…

Kendi ülkesinde otuz yıldır savaşı görmeyip komşularının iç işlerinde ahkam kesen bir yönetim ve zihniyet varken…

Kendi ülkesinde yasaklanmış anadilleri görmeyen, açlığı, yoksulluğu görmeyen, çocuk mahkemelerinde ağır ceza ile yargılanan çocukları görmeyen bir zihniyet varken…

Ahmet Nesin’e de bu ülkede mahalle baskısı uygulanıyorsa,

Artık…

Ben başımı ellerimin arasına alıyorum…

Sizi bilmem…