Şişman bir kedi, kıyıdaki tortop edilmiş sarı balık ağlarına dadanıyor... ne yapacak diye merakla izliyorum. Ağlara sinmiş koku belli ki onu baştan çıkarıyor. Bir yandan burnunu sokuştururken bir yandan patisiyle ağları çekiştiriyor. Beş dakika sonra vücudunun yarısı ağların içindeydi. Aradığı balığı mı bulamadı yoksa durum mu hoşuna gitmedi bir süre sonra çıkmak istedi. Fakat ortalığı o kadar karıştırmıştı ki geri dönüşü mümkün olmadı. Panikledikçe durumu daha da berbat etti. Kurtulmaya çalışırken iyice içine girdi. Bir süre sonra ağ yumağıyla hareket etmeye başladı. Sahilde sarı bir ağ yumağı kendi kendine hareket eder gibiydi.

Tepedeki lokantada demlenmekte olan balıkçı nice sonra durumu fark etti. Uzosunu bırakıp söylene söylene aşağıya indi. Miyavlamaktan bitap düşen kedi, kurtarıcısını görünce sustu. Fakat durum tam bir felaketti. Öyle birkaç basit hamleyle çıkacak gibi değildi. Balıkçı küfrede küfrede bütün ağı açtı. Bu arada lokantadaki diğer balıkçılar ve ben gülmekten kırılıyoruz... Sersem kedi, balıkçının gayretiyle üstelik balıkçıyı da tırmalayarak nihayet ağlardan çıkabildi. Hafif mahcup, hafif kırgın bir kenara çekilip hırsla tüylerini yalamaya başladı...

Balıkçı, tekmeyi savurur diye düşünüyordum ama söylenmek dışında bir şey yapmadı... Hatta lokantacıya “yok mu buna verecek bir şey?” bile dedi galiba... Veya ben öyle sanmak istedim...

***


İki şeyi merak ediyorum.

Bir: Bu kediler tüm dünyaya nasıl böyle yayıldılar? Ada demez, dağ demez, tepe demez, soğuk demez, sıcak demez illa her yerde vardır.

İki: Kediler balığa neden bu kadar düşkündür?

Balık, kedinin kendi kendine avlayabileceği bir şey değil. Kendi kendine avlayamadığı bir şeyi nasıl olur da yaratılıştan sever? Hayatında hiç sokağa çıkmamış en şımarık ev kedisi bile balık kokusunda kendinden geçer. Evde balık pişerken veya balıklı mamanın kutusunu açarken benimkilerin çıkardıkları seslere hayret ederdim. Nedir balık kokusunda onu çılgına çeviren şey acaba?

***


Ege’nin ortasında, yavaş olmasıyla ünlü İkaria Adası’nın ufacık bir balıkçı köyündeyiz. Selanik’te Yunanca kursunda tanıştığım Mihalis’in misafiri olarak geldik. (Bkz: Bir gezginin en değerli malvarlığı: Bir yerlerde tanışıp onu memleketine davet eden arkadaşları.. “Gel” diyeni asla geri çevirmeyeceksin..)

Adaya iki günde ve tam beş durak yaparak gelebildik. Karadan aynı mesafe taş çatlasa yarım günde gelinirdi. Ama “ada”ya varmak olunca söz konusu olan, vapurları gözleyeceksin. Ve onlar da her saat olmadığı gibi her gün bile olmuyor... Bazen akşam varıp ertesi sabahki vapuru yakaladık, bazen bir başka adaya geçip başka bir vapuru yakaladık... Arada yemekler, içmekler, sohbetler...

Vapurun geleceği limana yakın bir yerde yemeğe oturup demlenip vapur gelince koşa koşa ona binmek dünyanın en eğlenceli şeyi... Bütün lokanta sana el sallıyor... Tabii hesabı ödediysen.. Yoksa küfür sallarlar herhalde...

***


Lokantacı Türkiye’den olduğumuzu öğrenince cebinden bir beş lira çıkardı. Üzerinde “İkaria Adası’nın çok sevdik. Begüm” yazıyor.

Durduk yerde Begüm hanım ve eşinin buraya balayına geldiği, çok neşeli ve mutlu olduğu, yediklerinden içtiklerinden çok memnun kaldıkları bilgisiyle yükleniyorum. Benden sonra gelecek ilk Türk de durduk yerde “buraya bir gazeteci gelmişti, naha şu köşede oturup yazısını yazmıştı” bilgisiyle yüklenecek. Ve eminim bunu duyunca yüzünü ekşitecek. Zira şaşmaz kural: Türk Türkü yurtdışında (nedendir bilinmez) asla görmek, bilmek istemez.

Başka türlü hayatlar peşinde yolculuğa devam...