İnsanların ancak oy ve vergi vermelerine yetecek kadar ‘birey’, devlet aklına itaat etmelerine yetecek kadar da ‘kitle’ olmalarına tahammül eden iki-kutuplu bir özne üretimi mekanizması içerisinde yaşıyoruz çoğu zaman. Hakkari Çukurca Bölgesinde sona erdirilen sayısız canın verdiği acıyla gelişen, bütün bu kayıpların durmasına dair dileklerin sağduyulu bir siyasi talebe dönüşmektense şiddet ve militarizm eğilimli bir kültürel patolojiye dönüşme riski –olağan gündelik yaşamı, askerî dinlenme tesislerinde tükenmeyen bir mola vermiş kültürün de etkisiyle- halen mevcut. Doğum ve ölüm oranları, elinizin ucunda, rakamsal olarak takip edebileceğiniz, istatistikleri hiç eksik edilmeyen verilerdir; Ancak şiddet kültürünün zihin sağlığını ne kadar aşındırdığını, son aylarda toplumun bilincini ne derece dönüştürebildiğini anlamak için sayılardan faydalanmak çok zordur, kısıtlı bir yorumbilime başvurmaktan başka çareniz yoktur çoğu zaman. “Görebilme kapasitesi” açısından devlet verileri ve bilim, varoluşu itibariyle kolay yönetilebilirliği, yaşamdaki karmaşıklık ile zenginliği basitleştirerek aynîleştirmeyi başlangıç noktası aldığı için böyle bir konu, ilgi dahiline nadir koşullarda girer.

Bu noktada dünyadan uzaklaşma evresinde atmosferi aşarak uzay boşluğuna ermesine ramak kalan bir soyutlama coşkusuna ve bonkörce sarf edilen sembol vatanseverliğine en açık ülkelerden birisinin Türkiye olduğunu söylemek mümkün. Konunun Batıda olduğu gibi uzun süredir tartışıldığı bir eleştiri geleneğinin olmayışı, bu olguyla daha önce hiçbir zaman ciddi olarak hesaplaşılmamış olunması, bütün bir geleneği arkasına alarak yapılan bir eleştirinin ortalama toplumsal zihinde, olağan trafik akışına kaos nazarıyla bakar gibi görünmesine yol açıyor (“Rönesans bitti artık uyan yahu” diye dürten de bulunmuş değil.) Devlet ya da bayrağın gayet olağan örgütsel temalar oluşları, nazar boncuğu çıtçıtlamadan ve kutsallaştırmadan da nesnel olarak yorumlanabilir oldukları da ortalama insanın iletişime geçtiği kültürel dokuda peynir-ekmek gibi giden, kültürel kahvaltının vazgeçilmez temaları değil henüz, düşünsel atmosferin sıradanlığı ve hamaset kokusu da buradan gelmekte.

Bayrak sembolizminin her silahlı eylem sonrası otomatik olarak bina mimarisine dahil gibi boy göstermesine yol açan sembol vatanseverliği, bir başkasını insan gerçekliği olarak algılamaya müsait olmayan bir kültür içerisinde, insanî temaların yerini alan ve -farkına varılmadan- hesap verilmesi gereken tek merci olarak algılanmaya başlayan bir semboller yığınının tahsisi ile mümkün kılınıyor. Bu kültürel yatkınlığın bir yönü, kendini rahatlatma işlevi görürcesine asılan bayraklar kullanılarak kişi başına düşen milli görevin yerine getirilmesi, yani katharsis. Sebep ve çözümler yığınının tek bir sembole indirgenmesi ve “bugünkü görevimi yaptım” rahatlığı, böylece de politik arenadan sembol kullanarak kaçma eğilimi açık. Ancak bu noktada asıl önceliğin sembol olmadığına yönelik retorik gecikmeyecektir; eğer eleştiri bu basmakalıbı zorlarsa, karşılık olarak -teoride de olsa- insan “her şeyin ölçüsü”dür denecektir, ama pratikte bu ölçekten kurnazca kıvırılır. Frankfurt Okulu psikanalisti Erich Fromm, Avrupa’nın yaralarını yeni yeni sarmaya başladığı dönemlerde, yarım yüzyıl öncesinde bayrak mitosuna bir kıyaslama ölçütüyle değinmişti. Batı dünyasının herhangi bir kentinde, bir adamın o ülke bayrağıyla dolaştığını ve birden onu ayaklar altına aldığını düşünelim. Eğer gerçekten linç edilmezse kendini şanslı addetmelidir bu kişi. Çünkü gayet de sembolik olan bu “suç”, toplum algısında ”affedilemez” bir çehreye bürünür; Olası olarak aynı kişinin “ülkemin zaferi beni ilgilendirmiyor” gibi bir söz sarfetmesi de gerçek bir kutsala küfür olarak algılanır ve kişi bir “yaratığa” dönüştürülür hemen. Kutsallaştırma basmakalıpları etkili biçimde işlemektedir Ancak, Erich Fromm'un ifadesiyle, aynı sokakta başka birisinin “bütün Zencileri ya da Yahudileri öldürmeyi uygun buluyorum; yeni bir bölgeyi ele geçirmek için savaş açmayı uygun buluyorum” demesi durumunda bu en fazla “etik olmadığı” eleştirisini alacaktır, bir kızgınlık dahi oluşmayacaktır; bu fikir yalnızca “fena”dır, bir önceki gibi “kutsala saldırı” olarak lince yol açmaz, hatta pek dikkat bile edilmez, yazılı olmayan ve üstü kapalı bir kabul ile geçiştirilir (1). Sayısız insan yaşamının yok edilmesi yargısı, kızgınlığa yol açmaz ve geçiştirilirken belirli örgütlenme biçimlerini karşıladığı varsayılan basit bir göstergeye yapılan saldırı, en meşru kızgınlık sebebi gibi görülür. Bu eğilimin Türkçe dublajı da çok farklı sesler veriyor değil. Ekmeğimizi sosyal gerçekliğin suyuna da bandırıp itiraf edelim ki “ortalama insan” algısına göre –dolaşımda olan bütün retoriği bir yana bırakırsak- çoğu zaman aslında kutsal olan semboldür, insan yaşamı değil. Dışarıdan bir aidiyet projeksiyonu olmadan, kendinde bir aidiyet ve insanî köken bulmada sorun yaşamaktadır toplumsal insan.

Bayrak sembolizmi, devletin elindeki şiddet tekelini özelleştirebilme potansiyelini de taşır. Türkiye’deki militarizmin de soyağacında önemli yer tutan Alman militarizmi, dünya savaşına bu otoriter ruh ile girmişti; Jeffrey Verhey, sokaklarda yapılan, “bayraklar ileri. Durun! işte Kayzer'in heykeli. Ve işte Büyük Frederik. Bayraklar çevrelerini sarsın. Hazır mısınız?“ (2) bağırışlarının militarist ruha ve şiddete ne kadar büyük katkıda bulunduğunu ifade etmektedir (3). Toplumsal ilişkiler ağında ortaya çıkan sorunların, yine bu ilişkiler arasındaki bağlantılar yoluyla anlaşılmasına değil, bazı mucize-sembol sunaklarına bırakılarak gizlenmesine yol açan bayrak vatanseverliği, referans noktaları her ne olursa olsun, çıkar ve çatışma eksenlerini gizemlileştirmekte başarılıdır. II. Abdülhamit döneminin pedagojik sisteminde bayrak ve silah sembolizmiyle ilk ciddi girişini yapan, erken-cumhuriyet döneminde asker-millet mitlerini enerji için Red bull yokluğunda litrelerce tüketen, soğuk savaş döneminde de Abd eğitim doktrinlerinin başlıklarına dahi varıncaya dek çevrilmesiyle ve “savaş uçağı”-“bayrak” sembolizminin dahi doğrudan ithaliyle (4) daha da sağlamlaşan bir kültürü eleştiriye tabî tutmak için, yani total bir sistemi gerçekten eleştirmek için, Adorno’nun deyimiyle yine total bir eleştiriye ihtiyaç var.

Bütün bunlara karşın, bunca kaybın da ertesinde belki de olumlu olarak değerlendirilebilecek sonuç, bayrak sembolizminin de, arkasındaki militarizmin de bu süreçte büyük yaralar almaya başlaması sayılabilir. 90’lı yıllardaki askerî anlatılarının ve hiç eksik edilmeyen fantazmagorik temaların da verdiği güvene rağmen, Galaktik İmparatorluğun son mesihi gibi kucaklanan Osman Pamukoğlu gibi birçok yüksek rütbelinin siyaset sahnesinde asla yer bulamayacaklarını anlamaları uzun sürmemişti. Ancak ılımlılaşmış gibi görünen bir militarizmin kültürel dolaşıma sokulması ve dikkat çekmeden basmakalıp halini alması daha kolaydır. Günümüzde de devam eden açık militarist söylemin ve sembolizminin üreticileri arasında sayılabilecek ve söylemdeki benzerlikleriyle hiç de azımsanmayacak sayıdaki insanla ortak temaları ve ifade biçimlerini paylaşan Pamukoğlu, anılarını anlattığı ve kullandığı ‘otoriter söylem’in de sunduğu üslup yelpazesiyle kendini Gılgameş’e dönüştüren kitabında, “askere leş toplatmam” gibi ölüsevici ifadelerini şöyle meşrulaştırıyordu:

“Halkı ilgilendiren, harekâtın sonuçları değildi. Onlar; Milliyet'in başlıktan verdiği, “Ben askere leş toplatmam; ezer geçeriz. Türk askerine bir kurşun atana, beş kurşun sıkılacaktır,” sözü ile ilgileniyorlar, bununla özgüvenlerinin çok yükseldiğini söylüyorlardı. Sanki birden rahatlamışlardı, moralleri yerine gelmişti, karamsarlıktan kurtulmuşlardı, vatanını ve milletini seven ve Türk olmaktan gurur duyan herkesin hislerine tercüman olunmuştu.” (5)

Halkın “harekatın sonuçlarıyla değil”, “leş” söylemi ile ilgilendiğini söyleyen ve bundan hoşnut oluşu da anlatısında gayet açık olan Pamukoğlu’nun ve benzeri pek çok kişinin paylaştığı bu kültür dokusu gibi pek çok unsurun tamamen kazınabilmesi oldukça güç görünüyor. Buna karşın Osman Pamukoğlu ve onunla farklı yönde olmasına karşın bir “ideal” olarak sunulmasıyla benzer yönü olan ve şaibeli ölümüyle hakkında spekülatif anlatılar kurulan Eşref Bitlis gibi zamanın askeri “ikonalar”ının son zamanlardaki kültürel yeniden-üretiminde kaybolmaya başlamaları da önem taşıyor. Alman militarizmi, birinci ve ikinci dünya savaşları boyunca Hindenbung’un ‘ideal asker’ ve ‘kahraman’ olduğu anlatısıyla militarist kimliğin ve disiplinize edilmiş bireyin içini doldurmuştu; Hindenbung’u, Nazi Almanyası için önemli bir isim olan Albert Speer “otoritenin sembolü,” “efsanevi bir dünyaya ait gibi görünen”, “güçlü, kararlı kahraman” kişi olarak adlandırır (6). Militer kültürün asker-starları için yapılan bu anlatıların benzerleri pek çok ülke gibi Türkiye’de de kısa zamanda parlamış olsa da yerini başka anlatılara bırakmış görünüyor.

Militarist kültürün yerinden edilebilmesi için alternatiflerin aranması gerekiyor. Fransa’da Cezayir üzerine tartışmalara açıklık getiren ve Sartre, Maurice Blanchot gibi entelektüellerin öncülük ettiği 121 Manifestosu’nun gerçek temelinde, anti-militer kültürün de üzerine –çoğu zaman bilinçsizce de olsa- bina edilmiş olduğu bir Hıristiyan pasifist kültürü, “ezilenin yanında olma” anlayışı bulunuyordu. Halk arasında kültürel dolaşımda olan bunun gibi geleneğe dair unsurların tamamen silinmemiş olmasıyla, şiddet kültürüne karşıt olarak şiddet eleştirisini de halk kültürüne dayandırabilme imkanı kendiliğinden doğmuştu. Bu açıdan değerlendirildiğinde halk kültürüne dayandırılabilecek, hatta bazı noktalarda dikkatli bir ‘kültürel diriltmecilik’ şansı tanınabilecek pek çok öğeye vurgu yapılarak anti-militarist söylemler entelektüalizmden arındırılıp, dolaşımda tutulabilir ve yayılmaya müsait olan şiddet kültürünü pasifize etmeye yarayabilir. Böyle bir kültürün en iyimser ifadeyle “hoppacık” diyerek kucağa alınabilir yaşta olduğu da unutulmamalı. Ancak böyle bir girişim için bile kültürel hegemonyanın esnekleşmesi, yeni bir kültürün doğması için bir aralık bırakılması ihtiyacı var.

90’lı yılların olağanüstü hal koşullarıyla gelen kültürel alışkanlıkların pek çoğunu –geçmiş militarist alışkanlıklar gibi- rendeleyerek servis yapabilse de, terk etmeyi başaramadı Türkiye. Ancak göze parmak sokarcasına açık bir militarizmden daha ılımlı ve gizli bir militarizm dönemine girmekteyiz. Yeni ‘Güçlü devlet’ söylemi, ekonomik ve askerî kaynakları seferber edebilecek bir toplumsal güveni kurar ve jeopolitik bir güç inşa etme söylemi ile birleşirse yan ürün olarak militarist söylemde daha önce karşılaşılması çok olağan olmayan yeni temalar ve stratejilerle karşılaşabiliriz. Sosyal gerçeklikten uzaklaşmaya yol açan tepeden inmeci aidiyet aromalarının ve fantazmagorik sembol vatanseverliğinin Ufo müzesine terki için üzerinde bina edilebilecek yeni bir kültür ağı kurulması gerekiyor.

Alıntı Yapılan Kaynaklar:

(1)    Fromm, Erich (2008), Sane Society, Routledge, Abingdon, s: 57-58

(2)    Verhey, Jeffrey (2004), The Spirit of 1914: Militarism, Myth, and Mobilisation in

(2)Germany, Cambridge University Press, Cambridge, s:42

(3)    Olayların ertesinde General-Anzeiger’dan bir gazeteci de kuyruk halini almış kitleleri betimlemek için “bu alkol-vatanseverlerini kendilerine getirmek için bir kova soğuk suya ihtiyacımız var” ifadesini kullanır A.G.E., s:44

(4)    Amerikan militarizmi sadece askeri çevirilerle değil, savaş uçağı-bayrak temasıyla da aynen alıntılanmıştır. Abd’deki birçok televizyon kanalı, kapanırken Amerikan bayrağı üzerinde uçuş yapan savaş uçaklarının gösterildiği bir video ile son bulur, bkz: Zadeh, Ishmael Hossein (2006), The Political Economy of U.S. Militarism, Palgrave Macmillian, New York, s: 24

(5)    Pamukoğlu, Osman (2004), Unutulanlar Dışında Yeni Bir Şey Yok, İnkılap Yayınevi, İstanbul, s: 98.

(6)    Astore, William J., Showalter, Dennis E. (2005), hindenbung: Icon of German Militarism, Potomac Books, Washington, s: 119