“Bu gece kendinizi tutun; böylece,
İkinci perhiz kolaylaşmış olur;

Ondan sonraki daha da kolaylaşır. “

SHAKESPEARE, Hamlet

Geleceğe aktarılacak anıların varsa eğer yazılmalı, yazılmalı ki, düne bugünden bakarak yarına ışık tutsun. Anılar geçmiş yaşanmışlıklardır haliyle, aradan geçen zaman aralığının uzunluğu kısalığına ve hafızada kalışına göre farklılıklar göstermesi normaldir. Yani ne anlatılırsa anlatılsın bugünü anlatır aslında. Bugün akılda kalan tek doğruymuş gibi gelir anlatıcıya. Tanıklıklar girer burada devreye, tartışma konusu olur varsa eksiği gediği giderilir yada polemik olarak sürer gider. En kötüsü de görmezden gelmek olur.

Sarmal Kitabevi içerisinde Mustafa Yaşar’ın “Nefer /Bir Devrimcinin Anıları” adlı kitabı raflarda. Mustafa Yaşar birkaç defa olmak üzere hapishanelere girmiş, uzun yıllar içeride kalmış, tüneller kazmış ama firar edememiş, hep “yürütme”de olmuş, çok aç kalmış, çok çay ve sigara içmiş bir devrimcidir. Mustafa Yaşar’ın anılarının toplamı olan “Nefer”, tartışma yaratacak bir kitap aslında, Ocak 2022 yılında piyasaya çıkmasına rağmen, hakkında yazılmış bir yazıya rastlamadım. İlginçtir. Gözden kaçırmış olmam da olasılık tabii.

Kitapta çok kişinin ismi geçiyor, “Adı geçenlerin söz hakları bakidir” yazısı mevcut. Adı geçenler söz hakkını kullanırlar mı bilinmez. Zaman bakalım ne gösterecek.

Yazar bir edebiyatçı değil, hatta bir yazar değil. Mustafa Yaşar, kitabın adı gibi bir “Nefer”. Yazar değil derken klasik anlamda oturmuş eline kalemi kağıdı alıp anılarını yazmış biri değil. O konuşmuş, anlatmış, anlattıkları yazıya dökülmüş ölüm orucunun 100. gününden itibaren tuttuğu 35 tane kısa “ölüm orucu günlükleri”, hapishanedeyken kendisine gelen 45 adet mektubun eklendiği ve kitabın kapak resminin/eyleminin tema olarak işlendiği ajitatif bir şiir ile birlikte toplamda 340 sayfalık bir kitap ortaya çıkmış. “Kitabın gelirleri Wernicke Korsakof Hastaları ve Eski Mahpuslarla Dayanışma Girişimi’ne bağışlanacaktır” notu düşülmüş. M. Yaşar adı geçen “girişim’in kurucularından aynı zamanda. Şimdilerde kendi gibi eski mahpuslarla birlikte ”refikler” olarak doğal ve organik ürünler yetiştirerek mücadeleye ve dayanışmaya devam ediyor.

Kitabın kapağında 23 Ekim 1992 yılında çekilmiş bir fotoğraf karesi mevcut. Bu karede iki devrimci var birisi Mustafa Yaşar diğeri ise Remzi Basalak.

Evveliyatını bilmem ama 12 Eylül 1980 sonrasında gözaltına alınanlar tutuklanmadan önce bir masanın arkasında basına “teşhir” edilirdi. İşkenceli sorgulardan geçmiş saçı sakalı birbirine karışmış kişilerin görüntüleri topluma, suçlunun yakalandığı mesajını açıktan verirken, dolaylı olarak da akıllı olun siyasete falan karışmayın diye parmak sallardı adeta. Böylece belki de ilk mahkemede salıverilecek kişiler hakkında anarşist/terörist algısı yaratılıyor. Masanın üzerinde genellikle kitaplar, dergiler “suçlamanın durumuna göre” de silahlar bombalar bulunurdu. Bu mizansen aslında başlı başına bir yazı konusu olabilecek türdendi. Neyse...

23 Ekim 1992 günü Adana Emniyet Müdürlüğü'nde devrimcilerin “kamulaştırma” dediği soygun eyleminden sonra tutsak alınan iki genç devrimci, bu rutin gösteri için elleri arkadan kelepçeli vaziyette bir odaya alınır. Kameralar kayıttadır, önlerindeki masada para desteleri ve silahlar vardır. TRT canlı yayın yapılacaktır. Odada bulunan herkesin alışık olduğu bu rutin durumu Remzi Basalak, o masaya attığı tekmeyle altüst eder. Elleri kelepçeli devrimciler slogan atarlar. Masa devrilmiştir. Aynı gün Remzi Basalak dili kopartılarak öldürülür.

remzi-basalak

80 öncesi genç Mustafa, önce TSİP (Türkiye Sosyalist İşçi Partisi) ve ardından (bugün aynı adı taşıyan partiyle organik bir bağı olmayan) TİP (Türkiye İşçi Partisi) içinde faaliyet yürütür. 12 Eylül sonrası ise büyük darbeler almış zaten dar bir kadro hareketi olan illegal örgüt TİKB (Türkiye İhtilalci Komünistler Birliği)’nin bir ”nefer”i olarak koşturur. Mustafa pratiğin adamıdır. İşçi kökenlidir, çalışmaktan, iş kotarmaktan, kendince çözümler bulan bir nefer, bir hamaldır. Örgütün “yükü” onun omzuna ağır gelmez.

Yasa dışı yayın basımı/dağıtımı, “kamulaştırma”, yeni ilişkiler kurma, sonra dağılan ilişkileri toparlama, “kamulaştırma” ihtiyacının hep kendini dayatması, o şehir bu şehir dolaşmak yeni yeni mevziler yaratmaktan çok kaçma kovalamaca, yakayı ele vermeme hengamesi hiç yük olmamış. Sadece kendisi mi en tepedeki adamlar da “pratiğin” gereği mi zorlaması mı bilmem “kamulaştırma”nın bir parçası olmaktan geri durmamış. Sonra hapishane. Hapishane dediğin yat sağına 5 yıl yat soluna 10 yıl, çık dışarıya kaldığın yerden mücadeleye başla değil. Bu ve bu gibi “yapı”ların “mevzi”si. Mevzide her daim siperdeler, mevzi savaşında şehit düşülmemişse her biri “gazi”, bir kahraman olarak dışarı çıkar. Ya da hala içeridedir. Yorulup düşenler bir yana...

“Sen dağları devirebilecek bir ruhla, bütün gücünle geliyorsun, senin karşına kastlaşmış bir yapı çıkıyor. İdeolojik-politik hatla ilgili bir sorun olmasa da örgütsel anlamda çok ciddi sorunlar yaşanıyor. Bir kere koca örgüt; yıllarca kongre yapmıyor, merkezi organlar seçilmiyor, neredeyse iki kişi yönetiyor ve atama usulü görevlendirmeler oluyor. Örgüt konferansları oluyor, benim gibi yıllarca emek veren bir insanın konferanstan haberi olmuyor. “ (s. 228)

Mustafa Yaşar yaşadığı “bıkkınlığı”, “lanet olsun” deme noktasına gelerek kopuşunu böyle ifade ediyor. Oysa anılarında içerideyken ”sahipsiz” bırakılmasını defalarca “sorgular” ama kendisi hep gittiği her hapishanede örgütünü temsil eder. Yani anlattıkları en azından Yaşar için sürpriz değildir.

Anılarında ister istemez içinde bulunduğu örgütü anlatmış “bir devrimcinin öznel olduğu unutulmamalıdır” notu düşülerek elbette. Yine bir başka not; “Okuyucu, anlatıcının aralarında 1996 ve 2000 yıllarındakiler de dahil farklı zamanlarda dört yüz günü aşan açlık grevi ve ölüm orucu gerçekleştirdiğini, bu nedenle metinde olası kimi boşlukların ve maddi hataların temel nedeninin Mustafa’nın zayıflamış olan hafızası olduğunu unutmamalıdır. “

19 Aralık 2000'deki “Hayata Dönüş” vahşetinde hayatını kaybedenlerin yanında yedi yıllık bir süre boyunca dışarıya da yansıyan/sürdürülen eylem sonrasında 122 kişi hayatını kaybetmiştir. Yüzlerce devrimci uzun süreli açlık grevleri ve ölüm oruçları yapmıştır. Bu eylemleri sürdüren “örgütler” için “tecrit” protestosuyla adeta “şehitlere duyulan minnet ve bağlılık” varlık yokluk meselesi haline getirilerek siyasallaşmanın ivme kazanması hedeflenmiştir.

19 Aralık “Hayata Dönüş” operasyonundan yaklaşık beş yıl sonrasında bir işçi gazetesini İstanbul Pendik’te hafta sonları kapı kapı dolaşarak dağıtıyoruz. Bir mahalle arasında küçük bir dükkan sahibi her hafta gazeteyi alır. Derdimiz onu abone etmek. Kendisi bayiden almasa da bizi geri çevirmez . Gide gele tanıştık. İlk önceleri genellikle dinler pek konuşmazdı, uğramadığım zamanda gazeteyi ona ulaştırırdım. Hapishanede yıllarca kalmış, görünürde daha “radikal” olan bir başka örgütle yollarını içeride birleştirmiş. Açlık grevleri ve ölüm orucuna katılmış. “Ölüm orucunun 200. gününden sonra ölmeyi beceremediğim için “örgüt” beni “hain” safına yerleştirdi, “ demişti. Sabahtan akşama kadar yeni hapishanesi bakkalda gizlenen kendine göre bir “eski devrimci”ydi. Yorgundu.

“Kızaran nara benzersin, dalın tepesinde;
En yüksek dalında unutulmuş, bir ağacın.
Hayır, unutulmuş değil, yetişilememiş. “(Sappho)

M. Ö. 7. yüzyıldan kalma bu şiirdeki gibi ”örgüt”, “erişilemeyen nar” gibi. “Nefer”ler yıllarca “ölerek kazanma” yolunu bir çeşit ''sınıf mücadelesi'' olarak gördüler. Hamlet’teki bir gecelik kendini tutma değil, bir günlük perhiz hiç değil. Dile kolay 200 gün, 400 günlük perhize alıştı(rıldı) “neferler”. İnandılar, inandıklarını yaptılar. “Dağları devirebilecek bir ruhla” hareket ettiler. Her biri bir fedai gibi davrandılar. “Bu yolda düşenler oldu” kutsandılar. “Mum gibi sönenler oldu” dışlandılar, cezalandırıldılar, “hain” oldular. 200'lü günlerde perhizi yarım bırakanlar ''hain'' değil sen ben gibi sıradan bir neferdi oysa. Neferin bir anlamı da “kimse” demekti. Kimse yada hiç kimse!

19 Aralık (... ) “kanlı operasyonun ardından gerçekleştirilen açlık grevi ve ölüm orucu eylemleri, protesto niteliği taşıdığı gibi aynı zamanda F Tipi cezaevlerinde dayatılan tecrit ve izolasyona karşı tepkiydi. Ancak sonraki süreçte bu eylemlerin 7 yıla yakın bir süre devam ettirilmesi ve bu kadar ağır kayıplar verilmesi, hala devrimci yapılar açısından muhasebesi yapılamayan bir konudur. “(s. 184)

Kitap belki de iradeciliğin sorgulanmasına ve geçmişin muhasebesinin yapılmasına sebep olur. ''Ulaşılamayan nar'' olarak kalmak yerine ''nar bahçesi''ne dönerek sınıf mücadelesine hizmet eder. Belli mi olur.