Bilindiği gibi Köy Enstitüleri Kemalist mitlerin en gediklilerinden biridir. “KE’ler ilerici Kemalist cumhuriyetin köylüyü aydınlatmak için kurduğu aydınlanma yuvalarıdır” şeklindeki ezber hepimizin zihninde yer etmiştir. Bir kez KE’leri kuran yapıyı “ilerici” ilan ettik mi zaten onun kurduğu bütün kurumlarda “kendiliğinden” ilericilik sıfatını hak eder. Ancak dumura uğramamış zihinler ve birazcık tarih bilinci olanlar için pek çok soru işareti vardır. Mesela, uyandırılmak istenen köylü KE’lere neden sahip çıkmamış hatta karşı çıkmıştır? neden kendisini uyutmak isteyen ağa ve imam ikilisiyle birlikte hareket etmiştir? Toprak ve üretim araçları üzerinde özel mülkiyet ilişkilerinin hakim olduğu alt yapı öylece dururken üst yapıyı eğitim yoluyla değiştirmeye çalışarak bir aydınlanma yaratmak mümkün müdür? Yani Marx, kapitalist sömürü koşullarının varolduğu bir toplumda sermaye ve zenginlik bir tarafta birikirken yoksulluk ve cehalette bir tarafta birikir derken devlet eliyle bir sermaye sınıfının oluşturulmaya çalışıldığı bir dönemde köylerde köylüyü kalkındırmak için enstitülerin kurulduğu iddiası bir çelişki değil midir? Yani ortada cevaplanmayı bekleyen bunca soru varken “köyün eğitim yoluyla kalkındırılması” şeklindeki basbayağı faşizan bir korporatizmi sosyalizm diye yutturmak ideolojik bir manüplasyon değilse, cehaletten başka bir şey değildir.

 

 Öncelikle övgüyle bahsedilen dönemde KE fikriyatını besleyen ve onun ideolojik referanslarının kaynağı olan Mustafa Kemal’in elinde bulundurduğu yetkiler Sultan Vahdettin’in yetkilerinden çok daha fazlaydı üstelik saltanat döneminde var olan sendika, dernek ve partilere yeni rejimde yer yoktu. Zaten yeni yönetim “sınıfsız zümresiz kaynaşmış tek bir milletiz” o millete de Türk milleti denir diyerek emekçilere ve imparatorluktan devralınan çok kültürlü toplumsal yapıya karşı uygulayacağı politikaları daha en baştan deklare etmişti. Bu nedenle KE’lerin kurulduğu dönemin politikalarına baktığımızda dönemin “aydınlanmacılığını” anlamak daha iyi mümkün olur. Öncelikle açık bir tek parti diktatörlüğü vardı ve her türlü muhalefet şiddetle bastırılmaktaydı. 1936 yılında çıkarılan İş Kanunu ile sendika ve mesleki dayanışma örgütleri kurmak, grev yapmak, toplu-sözleşme talebinde bulunmak yasaklanıyordu. Ancak bununla da kalınmayarak 18 Ocak 1940 da Milli Korunma Kanunuyla kadın ve çocukları korumaya yönelik sınırlamalar ile haftalık iş tatili kaldırılmıştır. Yine bu dönemde Şerriye ve Evkaf vekaletinin yerine Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuş böylelikle devlet din işlerine açıkça müdahale etmiş, buna karşılık devlet kendi resmi din anlayışını benimsemeyen yurttaşların her türlü dinsel faaliyetini yasaklamış ve sertçe cezalandırmıştır.

 

KE’lerin temellerinin atıldığı 1930’ların ikinci yarısında Türkiye’deki yönetici elitte oldukça baskın bir Nazi hayranlığı görülmekteydi. Cumhuriyet gazetesi Hitler’den bahseden övgü dolu haberler yapmakta, bununla da kalmayıp “Führer’in” doğum günü kutlamalarına katılıp “Führer Almanya’sını” överek anlatmaktaydılar.[1] “Atatürk’ü anlayan tek lider Hitler” şeklinde manşetler atarak Nazi Almanya’sına övgü dolu yazı ve haberler yazmaktaydılar. Goebels, Türk hükümetini överek Nazi politikalarının “kendiliğinden” hayat bulduğu yerler arasında Türkiye’yi göstermektedir. Goebels’in takdir ettiği Vatandaş Türkçe Konuş, Türk Antropometri Anketi, Güneş Dil Teorisi, Türk Tarih Tezi gibi ırkçı uygulamalar bu dönemin ürünüdürler. Yine1934 yılında Trakya’da yaşayan binlerce Yahudi’ye yönelik bir taciz kampanyası başlatılıp bölgeyi terk etmeleri sağlanıyor, aynı yıl yayınlanan varlık vergisi kanunuyla gayrimüslim yurttaşlarımız toplama kamplarına gönderiliyordu.

 

En çok Köy Enstitüsü kuran Birinci Saraçoğlu hükümetinin programında da şu ifadeler yer almaktaydı; ”Biz Türk’üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar vicdan ve kültür meselesidir de Biz azalan ve azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz ve her vakit bu istikamette çalışacağız”[2] Saraçoğlu’nun hükümet programı Nazi Almanya’sındakine benzer ırkçı bir dil kullanarak yayılmacı ve asimilasyoncu bir hat izleyeceğini açıkça ilan etmekteydi.

 

 İlk KE lerinin kurulduğu günlerde meydana gelen Dersim İsyanı bastırılırken yaşananları Necip Fazıl dehşetle şöyle dile getirmektedir; “En aşağı 50.000 Müslüman’ın kanını ve canını ihtiva etmesi bakımından, kalın hatlarıyla bir harita gibi çizdiğimiz ve şu anda yalnız ana prensip ve mânasıyla tespit ettiğimiz bu facianın, tarihte bir benzeri gösterilemez.”[3]

 

Dönemle ilgili efsaneler arasında yer alan enstitüleri feodalizmi tasfiye etmek için “ilerici” “devrimci” hükümetin kurduğu ancak KE’ler işine gelmeyen feodallerin hükümete baskı yaparak KE’leri kapattırdığı iddiasıdır. Oysa gerçekte yönetici elitin de böyle bir niyeti yoktur; nitekim Mustafa Kemal bunu; “Efendiler bizim memleketimizde menfaatine zarar verilecek büyük arazi ve çiftlik sahibi yoktur… Bundan dolayı onların çiftliklerini imha etmek arazilerini taksim etmekten ise, köylülerin arazisini genişletmeliyiz”[4] diyerek ifade etmiştir.

 

Hiç kuşkusuz ekonomik ve demokratik alanda böyle baskıcı olan bir yönetim için “o dönemin koşulları” teorisi devreye sokulabilir. Ancak “aydınlanmanın” mimarı Mustafa Kemal’in eğitim anlayışına da bakmakta fayda var. Mustafa Kemal, eğitimin temel amacını “Çocuklarımıza ve gençlerimize vereceğimiz tahsilin sınırı ne olursa olsun, onlara esaslı olarak şunları öğreteceğiz milletine, devletine, TBMM’ye düşman olanlarla mücadele”[5] olarak görmekte, eğitimin fazla kuramsal olmasını istememekte ve eğitimin pratik sonuçlara yönelmesi gerektiğini ifade etmekteydi: “Yazarların ve nazariyatçıların bir taraflı dinleyicisi vaziyetinde kalan Türkiye’nin çocukları hayata çıktıkları zaman eleştirel, karamsar, milli bilince ve disipline riayetsiz kitleler teşkil ederler demektedir.”[6] Aslında okullar bir nevi asker millet yetiştiren sivil kışlalar gibi algılanmışlardı. Nitekim öğretmenleri de irfan ordusu olarak gören Atatürk’e göre irfan ordusu asker ordusu kadar kutsal görevini “ölen ve öldüren asker ordusuna niçin öldürüp niçin öldüğünü öğreterek yerine getirir.”[7] demektedir. Öyle ki enstitülerde “öğrencilere” tahta tüfekle talim yaptırılan “askerlik” derslerinin ağırlığı öğretmenlik meslek dersleriyle aynıdır. Nitekim KE fikriyatının “mucidi” Tonguç kurmayı düşündüğü okullar için inceleme yapmak üzere 1938'de Faşist idarelerce yönetilen Bulgaristan, Macaristan ve Almanya'da bulundu. Tonguç’un bu gezisinden kısa bir süre sonra bu ülkeler faşist bir blok oluşturarak, II. Dünya Savaşı’nı başlatacaklardı. Bu gezisinde Tonguç’u etkileyen okulların başında Adolf Hitler Gençlik okulları ve Zorunlu İş Hizmeti Örgütleri gelmektedir. Engin Tonguç’da babasının bu okullardan etkilendiğini, açıkça belirtiyordu: “Bu okullarda Askerlik hizmeti öncesinde gençler iş hizmeti kamplarında toplanır bunlara ayrıca okuma yazma da öğretilirdi”[8] Zaten bu okullarla Enstitülerin eğitim programları ve yetiştirilmek istenen insan tipleri arasında da büyük benzerlikler vardır. Nitekin 1934 yılında kurulan “Adolf Hitler Okulları parti için propagandacı yetiştirmekle görevlendirilmişti. …Ve bu okullarda Alman Irkının üstünlüğü üzerine dem vurulan yeni bir tarih yazılıyordu”[9]

 

KE’ler için neden Sovyetler veya en azından İngiltere, Fransa gibi ülkelerin okullarının model alınmadığı, araştırma yapılan ve model alınan ülkelerin faşist yönetimlerce yönetiliyor olmaları, bu okullarla ilgili anlatılanlarla ciddi bir çelişki oluşturmaktadır. Esasen Alman faşizmi ile iç içe geçmiş bürokrasiyle faşist ülkeler ve faşizan eğitim hayranı eğitim bürokratların eliyle kurulan köy enstitülerinin bu halleriyle ilerici ve demokrat olmaları mümkün değildir. Bu okullarda yapılan eğitimin köyü kalkındırmak ve köy bilinçlendirmek gibi bir amacı da olamaz çünkü bu okulların amacı ne pahasına ve neye mal olursa olsun köylerin kapalı ekonomisini kapitalist pazarlara ve resmi ideolojiye açmaktır. Egemen bürokrasi, açıklamaya çalıştığımız bütün bu faşizan yöntemlerle iktisadi-siyasal-sosyal yapıyı kurmaya ve korumaya çalışırken aynı iktidarın köy enstitüleriyle neden ilerici, demokratik bir yapı kurmaya çalıştığını açıklamak oldukça zordur. Ancak buna rağmen mesele böyle açıklanmaya çalışılıyorsa bu özünde enstitülerin programlarında din eğitimine yer vermemesini onları ilerici saymaya yeterli gören bir “aydın yanılsamasından” ibarettir. Zira bizim aydınlarımız için ilericilik laiklikten ibaret bir şeydir. Dolayısıyla Avrupa merkezli şekilci bir modernizmi ilericilik hatta solculuk sayarsanız, darbeci-cuntacı yazarları devrimci, KE’leri sosyalist kuruluşlar olarak görmekte de sakınca görmezsiniz.

 

*Uğur Türe, Öğretmen, Kamu Yönetimi Uzmanı.

 

[1] 21 Nisan 1939 Cumhuriyet Gazetesi

 

[2] İsmail Kaplan, Türkiye’de Milli Eğitim İdeolojisi, İletişim Yay., 2002, İstanbul , s.168

 

[3] Necip Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Mazlumları, Büyük Doğu Yayınları 10. basım, Nisan 1990, adlı kitabının DOGU FACİASI bölümünden

 

[4] Atatürkçülük-Atatürk’ün Görüş ve Direktifleri, Genelkurmay Başkanlığı, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1988, s.96

 

[5] A.g.e., s.296

 

[6] A.g.e., s. 304

 

[7] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri , “Kütahya’da Öğretmenlerle Konuşma” 24.3.1923, 2. Cilt s.167

 

[8] Engin Tonguç, “Devrim Açısından Köy Enstitüleri ve Tonguç” Ant Yayınları, İstanbul 1970, s.83

 

[9] Birgün Gazetesi, 25.03.2005 Doğan Durgun