Ogier Ghiselin de Busbecq’in Türk Mektupları (1555 - 1560), Kanuni dönemindeki Osmanlı İmparatorluğunu tanımak ve anlamak isteyen Avrupalıların yüzyıllar boyunca başvurduğu, başta İstanbul olmak üzere Osmanlı ülkesinin dört bucağında uzun zaman geçiren, soylu sınıftan bir hümanist ve aynı zamanda Avusturya İmparatoru 1. Ferdinand’ın elçisi olan Busbecq’in keskin gözlem gücüyle kaleme aldığı benzersiz bir kaynak eser:

"Türk imparatorluğunun her yerinde varoşlar asıl şehirlerden daha büyük ve bunlar hep bir arada olunca çok geniş bir yerleşim merkezi görüntüsü veriyor...

Türkler yataklarını da bu duvarın üzerine sererler. Önce atın örtüsüyle birlikte taşıdığı yaygıyı serer, üstüne de bir örtü örterler. Atın eyeri yastık vazifesi görür. Gece olunca, gündüzleri de giydikleri, ayak bileğine kadar inen içi kürk kaplı kaftanlarına sarılırlar. Uykuyu davet ederken, mutat rahatlıktan yoksundurlar...

Türklerin yol kenarında mesafeleri belirten kilometre taşları olmadığı gibi zamanı gösterecek saatleri de yok...

Kadınların kıyafetlerini de anlatmalıyım. Genellikle tek parça elbise giyiyorlar, bizim çuvalların kumaşları gibi kaba dokunmuş ketenden bir mintan ya da entari. Bunların üzerlerine zarafetten yoksun gülünç nakışlar işlenmiş. Bu süslemeler onlara aşırı gurur veriyorlardı. Bizim gayet ince dokunmuş gömleklerimizin bu kadar renksiz, sade ve süslemeden yoksun olmasına hayret ediyorlardı...

Bizler onların giyim tarzına nasıl şaşıyorsak bizim kıyafetlerimiz de Türkleri hayrete düşürüyordu. Ayak bileğine kadar inen kaftanlar giyiyorlar. Bunları kişiyi daha heybetli göstermekle kalmıyor endamını da arttırıyor. Öte yandan bizim elbiselerimiz o kadar kısa ve dar ki vücudun, saklı kalması daha uygun olacak hatlarını ortaya çıkarıyor. Giyene yaraşması şöyle dursun şu ya da bu nedenle insanın boyun kısaltıp bodur gösteriyor...

Aslında Türklerin arasında yaşamak isteyen biri hududu geçer geçmez para kesesinin ağzını açmalı ve ülkeyi terk edene kadar hiç kapatmamalı. Orada bulunduğu sürece etrafa para saçmalı ve bunun boşa gitmemesi için de dua etmeli. Bir sonuç almasa da bütün diğer milletlerden nefret eden Türklerin katı yüreklerini yumuşatmanın tek yolu budur...

(İstanbul) şehir merkezinden bakınca denizin öte yakasında uzanan Asya topraklarında Keşiş Dağı (Uludağ) görünüyor. Her zaman karla kaplı bu dağın pek hoş bir görüntüsü var...

Denizin sakin görüntüsü Silivri’de duraklamak için aklımızı çeldi. Dalgalar hafifçe sahili okşarken deniz kabukları toplayıp yunus balıklarının sıçrayışını seyrederek eğlendik. Havanın ılık olması pek hoşumuza gitti. İklimin de ne kadar yumuşak ve tatlı olduğunu tarif etmem imkânsız...

Balıkçılar Türk’ten ziyade Rum’dur. Türkler önlerine konduğunda balığı reddetmezler ancak bunlar temiz kabul ettikleri cinsler olmalıdır. Zehir içerler de başkasını yemezler. Şunu da söylemeden geçmek istemiyorum: bir Türk kurbağa, sümüklüböcek ve kaplumbağa gibi temiz kabul etmediği yiyeceği ağzına koymaktansa dilinin kesilmesine veyahut dişlerinin sökülmesine razıdır. Rumların da benzeri vesveseleri vardır...

İstanbul’da cins cins hayvanlar gördüm –vaşaklar, yabankedileri, panterler, leoparlar ve aslanlar. Aslanlardan biri o kadar ehlileşmişti ki, yemesi için gözümün önünde ağzına henüz verilen bir koyunu sahibinin çekip almasına karşı koymadı. Kanın tadını henüz almış olmasına rağmen sükûnetini bozmadı. Bir de oldukça genç bir fil yavrusu gördüm. Dans ediyor ve topla oynuyordu, beni çok eğlendirdi...

Türkler anlık işlerde dahi intizama dikkat ederler. Biz ise en mühim konularda bile bunu ihmal ederiz...

Köleliği ilk ortadan kaldıran kimsenin insanlık için hayırlı bir iş yapmış olduğundan şüpheliyim. Esaretin türlü mahsurları olduğunu biliyorum ancak sağladığı faydalar daha ağır basıyor. Eğer Roma hukukunda belirtildiği gibi köleliğin adil ve insaflı bir şekli halen var olsaydı, özellikle köleleri devlet sahiplenseydi, hayatından ve hürriyetinden başka bir şeyi olmayan insanları zapt etmek için bu kadar çok darağacına gerek duyulmazdı. İhtiyaçları onları suça sevk ediyor ve hürriyetle yoksulluğun bir ada oluşu insanları her zaman dürüst yolda tutamıyor… Türkler gerek toplum için gerekse özel olarak kölelikten büyük fayda sağlarlar ve evlerini tuttukları kölelerle gayet tutumlu şekilde çekip çevirirler…

Türklerde güçlü bir imparatorluğun bütün kaynakları, yıpranmamış bir güç, dövüşte ustalık ve tecrübe, savaş görmüş askerler, zafere alışkanlık, zorluklara tahammül, beraberlik, düzen, disiplin, kanaatkârlık ve tedbir var. Yoksulluk, kişisel israf, zayıf bir güç, maneviyat bozukluğu, tahammülsüzlük, eğitimsizlik ise bizde. Asker itaatsiz. Subaylar para canlısı. Disiplin küçümseniyor...

Türkler özellikle soğuktan korkar ve korunmak için yaz aylarında bile üç kat giyinirler. İçlerine giydikleri –buna gömlek veya ne derseniz deyin- kaba iplikten dokunmuştur ve çok sıcak tutar... Soğuğa ve yağmura karşı daima çadır taşınır...

(Türkler) köpeği pis bir hayvan olarak gördüklerinden evlerine sokmazlar. Onun yerini kedi almıştır. Kediyi çok daha ahlaklı ve bir dereceye kadar doğuştan mütevazı, terbiyeli bir hayvan olarak bilirler. Böyle düşünmelerine örnek olarak Muhammed’in davranışını gösterirler. Kendisi kedisine çok düşkünmüş. Okurken esvabının yeni üzerinde uyuyormuş. Namaz için kalkması gerektiğinde kedisi rahatsız olmasın diye kedisinin üstünde uyuduğu yeni kesmeyi tercih etmiş...

Kanuni Sultan Süleyman’ın sadrazamı ve damadı Rüstem Paşa, bizzat bana: “Sizi temin ederim ki biz İranlılardan nefret ederiz, hatta onlar bizim için siz Hristiyanlardan daha kâfirdir”, dedi...

Mesela bizim büyük ve küçük toplarımızı ve diğer birçok icadımızı derhal sahiplenmişler ama kitap basmaya ve meydan saatleri dikmeye hiçbir zaman yanaşmamışlardır. Kutsal kitaplarını bastıkları takdirde bunların kutsal olmaktan çıkacağına, meydan saatlerinin de müezzinlerin ve eski adetlerin tesirini azaltacağına inanıyorlar. Diğer meselelerde ise yabancı milletlerin eski adetlerine, kendi dini akidelerine ters düşse bile büyük saygı duyarlar. Ancak bu sadece halkın alt tabakası için doğrudur...

Namussuz, tembel ve atıl olanlar hiçbir zaman yükselemezler. Türklerin neye teşebbüs ederlerse muvaffak olmalarının, hâkim bir ırk haline gelmelerinin ve her gün hükümetlerinin hudutlarını genişletmelerinin hikmeti bundadır...

Bu koca mecliste hiçbir adam yoktur ki haiz olduğu mevkii ve rütbeyi kendi şahsi liyakat ve cesaretine borçlu bulunmasın. Hiç kimse sırf filanın neslinden gelmiş olmak dolayısıyla diğerlerinden mümtaz bir mevkie çıkamaz...

Bütün Türkiye’de oldukça zarif bir eve sahip bir zengin adam bulamazsınız. Bahçe ve hamama düşkündürler. Büyük evleri vardır. Fakat aydınlık revaklar, seyre değer holler yahut muhteşem ve garip süsler görülmez...

Dostlarımdan öğrendim ki Türkler kâğıda çok hürmet ederler. Çünkü üzerine Allah’ın ismi yazılabilirmiş. Onun için bir kâğıt parçasının yerde sürünmesine hiç meydan vermezler. Nerede görürlerse derhal yerden alırlar, çiğnenmesin diye bir deliğe sokarlar...

Türkler vebaya karşı kayıtsız kalmalarını ve bu hastalıktan korunmalarını engelleyen bir düşünceye sahiptirler. İnsanın ne zaman ve ne şekilde öleceğinin Tanrı tarafından alınlarına yazılmış olduğuna inanıyorlar. Bundan dolayı bir kimsenin kaderinde ölmek varsa, bundan kurtulmaya çalışması boşunadır, eğer yoksa, o zaman korkması budalalıktır. İşte bu düşünceyle vebadan ölen birinin elbisesini, çarşafını henüz üzerinde hastanın teri kurumadan ellemekten kaçınmazlar, hatta bunlarla yüzlerini bile silerler…

Dostlarına kendi sofralarından yiyecek yollamak Romalılar arasında âdetti. Bu âdeti İspanyollar da günümüze kadar yaşatmıştır. Türklerde ise mükellef bir ziyafetten bazı nadir yiyecekleri kendileri için alıp götürmek âdettir. Benim misafirlerim ekseriya soframda bulunan bazı lezzetli yiyecekleri peçetelerime doldurarak götürürler. Onların nazarında temizlik büyük önem taşıyorsa da, ipekli elbiselerini yemeğin salçasıyla kirletmekten çekinmezler...

Fakat düşmanımız hiçbir engel tanımayan, ilerleyişi karşısında her şeyin yıkıldığı ve üzerimize Tanrı’nın gazabıyla gönderilmiş bir bela ise (çok eskilerde Attila, büyükbabalarımızın hatırladığı Timurleng ve günümüzdeki Osmanlı sultanları gibi), böyle bir düşmana karşı alelacele toplanmış küçük bir ordu ile karşı koymanın sadece budalalık değil, çılgınlıkla suçlanması gerekir… Süleyman hem kendine hem de ceddine ait zaferlerin körüklediği bir dehşetle karşımıza dikiliyor, Macaristan ovalarını 200.000 atlıyla aşıyor, Avusturya’yı tehdit ediyor, Almanya’nın geri kalan kısmına gözdağı veriyor ve kervanına burasıyla İran hududu arasında yaşayan bütün milletleri dolduruyor. İçinde bulunduğumuz yarı kürenin üç kıtasındaki birçok krallığın kaynaklarıyla teçhiz edilmiş bir ordunun başında. Bunların her biri bizim mahvımız için kendi payına düşen desteği veriyor. Yolu üzerinde ne varsa, yıldırım gibi çarpıyor, parçalıyor ve yok ediyor. Tecrübeli askerlerinin, onun hükümdarlığına alışkın ve fevkalade yetiştirilmiş ordusunun başında, her yere adıyla bile dehşetini saçıyor... Süleyman’ın ulaşmak istediği üç tutkusu olduğu söylenir: gerçekten de pek muhteşem bir yapı olan camiinin (Süleymaniye Camii) tamamlandığını görmek, eski su kemerlerini tamir ettirerek İstanbul için gereken suyu temin etmek ve Viyana’yı zapt etmek…"