Emir-komuta, sevk ve idare ölçüleri dışındaki, aşağılama, eziyet ve şiddete dönüşmüş (sözde) askeri disiplin bir genci daha ölüme götürdü.

AİHM’de mahkum yargısız cezalar; oda hapisleri, diskolar, bedene, haysiyete işkence.

Evrensel hukukun dayattığı vicdani reddin hala reddi: İnan Suver’e, üç çocuk babasına intikamcı şiddet.

Mecburi askerlik ile astsubay, subaylara aşırı (15 yıl) mecburi hizmetin rehin aldığı ruhlar. Korkusuzluk vaaz edenlerin ruhları korkuyla işgali.

Cesaret derken, esaret!

Demokrasi YAŞ ile olmuyor; tahakküm kanunları değişmeden hikaye!

Bir de bu var!

Bir domuz bağı, bir bölük ana fikir”deki Askeri Mahkeme kararıyla mahkum olan yüzbaşının da hikayesi var.

Uzman çavuşa bölükte işkence iddiasıyla yargılanan Yüzbaşı Murat A.

Olay ve mahkeme kararı ne olursa olsun; insanların ıskaladığımız hikayeleri de yüzüme (yine) çarptı.

Bir de şunu düşündüm:

Nasıl bir düzendir ki; tüm ezilenleri, horlananları, aşağılananları alır; kimine kimlik, kimine unvan, kimine rütbe, kimine makam verir, sonra birbirine vurur.

Her şey yalan olabilir, ama en acı doğru bu belki.

ABD’de “Biz yüzde 99’uz” diyenler iyi söylüyor da, hikayenin özü şu: Yüzde 99 da 99 parça! Ve her parça bir ötekine çarpılıyor ki paramparça olsunlar!

 

***

 

Yüzbaşının yakınları olayda domuz bağı, işkence olmadığını, şikayetçi uzman çavuşun kötü muamele görmediğini, bu vakanın gelişiminde anlamadıkları hususlar bulunduğunu ileri sürüyor.

Ama esas, muhtemelen yoksunluklardan gelmiş bir asker ile karşı karşıya gelmiş olan, benzer yoksulluklardan subay çıkmış bir başka askerin kısa hikayesini anlatayım:

Köyden çıkıp işçi olmuş, Tariş İplik’te sınıfının mücadelesine katılmış, gözaltına alınmış, 12 Eylül gadrine uğrayıp çalıştırılmamış, ekmeği için gurbete gitmiş bir babanın, hepsi üniversitede okutulmuş beş çocuğundan biri.

Babayı ailenin rızkı için yurtdışına sürükleyen 12 Eylül, mecburi okuma seferberliğiyle anneye de ilkokul diploması getirmiş!

Yakınlarına göre, beş çocuk “yamalıklı” pantolonlarla, kışın plastik ayakkabılarla gidermiş okula.

Parasız yatılı okuyan çocukların kimi bankacı, kimi öğretmen, kimi bilgisayar programcısı, kimi subay çıkmış.

Bir yakınları içtenlikle diyor ki, “Onlar da ezilenlerdendir. Güçlüden değil haklıdan yana olurlar. Kimseye işkence, eziyet yaptığına inanmıyorum. Kim ne derse desin, kimseyi domuz bağıyla sallandırdığına inanmam. Komutan olarak Şırnak üs bölgesinde tedbir almaya çalışmış, disiplinsizlikten kaynaklanabilecek kayıpları önlemeye çalışmış.”

İddianame ve hükmü elbet ben veremem.

Ama “ezilenler”i; kimine fırsat, makam, rütbe, yetki vererek bir ötekine çarpan, cumhuriyet, demokrasi ve hukuktan epey azade askeri-sivil sistemle ilgili hükmüm hep vardır.

Ana fikrim de hep odur!

Yüzbaşı”ya devam edeceğim. Onun da bir hakkı, mağduriyeti, sıkışmışlığı varsa, bu sütunda sessizliğe çarpmayacak.

 

Bir lise, bin bir kayıp

Nazım Gülmez 61 yaşındaydı.

Önceki gün kaybedilişinin 17’inci yıldönümüydü.

Yıl 1994, gün 14 Ekim, Hozat Taşıtlı Köyü’nden alındı. Bolu Komando Dağ Tugayı’nın bölgedeki bir operasyonunda kılavuzluk etsin diye! Muhtar ve köylüler tanıktı.

Gülmez, gelmez oldu. Asla haber alınamadı. Devlet klasik cevabı verdi: Bizde yoktur!

17’inci yılında, çocukları Galatasaray Lisesi önünde, kırmızı karanfiller arasından, “Babamızı istiyoruz” diye seslendi.

Hey gidi lisem!

Batı’ya Açılan Pencere” derlerdi; şimdi kayıp babalarını, evlatlarını arayanlara, bir iz, bir kemik, bir akıbet peşinde büyüyenlere, yaşayanlara, yaşlananlara, ölenlere kucak açmış, içinden tramvay geçen arı kovanı küçük meydanın kadim nöbetçisi.

Galatasaray Lisesi: Kayıplara Açılan Pencere!

Umarım, öğrenciler, öğretmenler, mezunlar, çok eski mezunlar…

Kapılarına gelmiş bu insanlık arayışının da, bu pencerenin de farkındadırlar.

Bir yandan “seçkinler okulu” sanılan bu devlet lisesi, esasında öğrenci ailesinden çok mütevazı maddi katkı ve burslarla, belki de yurdun dört yanına, Anadolu’ya (en iyileri arasa da) en çok kucak açmış okullardan.

Öyleyse, ülkenin dört bir yanının acılarını, bu toprakların insanlık tarihini de anlamaya, anlatmaya en çok o müsait olmalı.

Olmalıydı yani!