Öncelikle şunu söylemek istiyorum: bu yazıda bahsedeceğim iki muhteşem yapıtı izlemediyseniz; yazıyı bir yere kaydederek ilk önce filmleri izleyin. Emin olun bu yazı, filmleri izledikten sonra çok daha büyük bir anlam kazanacaktır.

Chaplin'in 1931 yılında çektiği City Lights (Şehir Işıkları) filmiyle Hitchcock'un 1958'de çektiği Vertigo (Yükseklik Korkusu) filmi arasında 27 yıl var. Bu süre, evrim gibi milyonlarca yıllık bir süreci göz önüne aldığımızda belki çok kısa bir zaman dilimi gibi görülebilir ama bu filmlerin incelenmesi bize, insanın psikolojik evrimi açısından çok önemli kanıtlar sunuyor.

İki filmin de temel eksenini bir aşk öyküsü oluşturuyor. Chaplin'in ana karakteri yoksul ama kocaman bir kalbe sahip olan bir serseri olan Charlot. Filmin teması ise -belki de tüm filmlerinde bize vermek istediği- "mutluluğun parayla değil ancak sevgiyle mümkün olabileceği" algısının en güzel örneklerinden biri.

Hitchcock'un filminin teması ise son derece iyi planlanmış bir cinayet. Ustaların ustası, yine yaratıcılığını ve olağanüstü hayal gücünü kullanarak, seyirciyi büyülemeyi ve Kim Novak'ın güzelliğini de katarak inanılmaz bir dramatizasyon yaratmayı başarıyor.

Bu filmler arasında kıyaslama yapabilmemizi sağlayan şey ise; iki filmde de incelikle işlenen ve izleyicide güçlü duygusal yoğunlaşmalara yol açan "insanoğlunun algılama yeteneği." Daha doğru bir ifadeyle; zaman içinde kaybettiğimiz doğal içgüdülerimiz.

Chaplin'in Şehir Işıkları'nda; Charlot'nun dengesiz bir milyonerden aldığı parayla, aşık olduğu kör kızın yeniden görmesini sağladığına şahit oluyoruz. Charlot o denli yüce ruhlu birisi ki; kız gözleri açılıp kendisine bir çiçekçi dükkânı açtıktan sonra ona görünmek istemiyor. Kendisini iyi yürekli bir zengin zanneden kör kızın, o pejmürde, serseri halini görmesini de istemiyor elbette. Ancak kız, tesadüf sonucu Charlot'nun ellerine dokunduğunda anlıyor onun kim olduğunu. Daha önce yüzünü hiç görmemiş olsa da; onun kendisine iyilik eden yüce gönüllü insan olduğunu anlaması için, sadece eline dokunması yeterli oluyor.

Hitchcock'un Vertigo'sunda ise eski polis dedektifi Scottie, karşısına Judy olarak çıkan, deliler gibi aşık olduğu Madeleine'i bir türlü tanıyamıyor. Saçının rengini, kaşlarının biçimini ve kıyafetlerini değiştirmiş olan Madeleine'i tanıması için onu birebir önceden gördüğü şekle sokması bile yetmiyor ve günlerce el ele - kol kola gezdiği kadını ancak bir kolye sayesinde teşhis edebiliyor.

Yönetmenin takdiri ya da filmdeki karakterlere atfedilen bireysel yetilerin çok ötesinde bir psikolojik gerçek söz konusu burada. İki filmin arasındaki 27 yılın; kapitalizmin ve bireysel mülkiyetin kutsanmasını ve maddenin kutsallaştırılmasını perçinlemiş olduğunu görüyoruz. Ve ne yazık ki bunlar olurken, bizi insan yapan en doğal yeteneklerimizden bile vazgeçiyoruz.

Elbette ki Chaplin ve Hitchcock; ikisi de İngiltere kökenli olsalar da, son derece farklı hayat görüşlerine ve yetişme tarzlarına sahip yönetmenlerdir. Chaplin, kapitalizmin beşiği olan İngiltere'de doğmuş olsa da maceracı kişiliği nedeniyle yeni kıtaya(Amerika) gelmiş ve olağanüstü yeteneği sayesinde, kapitalizmin ve emperyalizmin yeni kalesi olacak bu ülkede tutunarak yeni sanatın(sinema) en güzel örneklerini yaratma şansını yakalamıştır.

Hitchcock ise; koyu katolik altyapısını, sonrasında aldığı mühendislik eğitimi ile birleştirerek başarılı bir sinemacı olarak ABD'ye gelmiş ve bugün dahi esinlenilen hatta doğrudan kopya edilen eserler yaratmayı başarmıştır. Hitchcock gibi bir dahinin; insan algısını ve içgüdülerini tahlil etme konusunda yetersiz kalacağını düşünmek büyük bir ahmaklık olur. Vertigo filmindeki Scottie'nin, deliler gibi sevdiği kadını tanıyamamasındaki asıl sebep; insanoğlunun yaşama bakışındaki değişmeyle birlikte kaybettiği doğal içgüdüleridir.

Evet; insan, doğanın içinden gelen ancak gelişmiş beyni nedeniyle durmaksızın evrim geçiren bir canlı olarak, onbinlerce yıl içerisinde pek çok doğal içgüdüsünü kaybetmiştir. Mesela hayvanların birbirini tanıma ve hatta birbirlerinin duygularını anlama yöntemi olan koku alma duyusunu. Bugün artık kokularımız sayesinde birbirimizi hatırlama ihtimalimiz sıfırlanmıştır.

Evrim sürecinde gelişen ve fonksiyonları çeşitlenen ellerimiz ise nesneleri dokunarak tanımamızı kolaylaştıran bir organ haline dönüşmüşlerdir. Çocukluktan itibaren kullanmaya ve nesneleri tanımaya başlayan ellerimiz, sevdiğimiz insanın teninin yumuşaklığını tanıyabilecek bir yetkinliğe ulaşmış olmalıdır ancak gelişen teknoloji ve tanınması gereken nesne sayısındaki inanılmaz artış ne yazık ki bu organların yeteneklerini yavaş yavaş yok etmektedir. İşte Scottie'nin günlerce yan yana gezdiği, defalarca dokunduğu Madeleine'i bir türlü hatırlayamamasının sebebi de tam olarak budur. 1958'in Hitchcock'u, bu olasılığın mümkün olabileceğini aklına bile getirmemiştir.

Daha da ötesi; Hitchcock, en gelişmiş ve komplike organlarımızdan biri olan gözlerimizin bile bu ayırdetme işlevini gerçekleştirebileceğine güvenmemiş ve hatırlatma görevini, sıradan - değersiz bir takıya vermiştir.

Burada irdelemeye çalıştığımız şey, asla ve asla Hitchcock'un psikolojik gözlem yeteneği değil. Kendisi büyük bir yönetmen olarak, insan ruhunun en karanlık yerlerine kadar inebildiğini defalarca kanıtlamıştır. Zaten öyle olmasa bu denli başarılı filmlere imza atamaz ve çoktan unutulup giderdi. Sinema tarihi bu tip vasat yönetmenlerle dolup taşmaktadır.

Anlatmaya çalıştığım şey bunun tam aksi; yani insan psikolojisini çok iyi bilen ve içgüdülerimizi son derece dikkatli bir şekilde tahlil edebilen Hitchcock; bir erkeğin aşık olduğu bir kadını, görünüşü değişmiş olsa dahi kolayca tanıyabileceğine ihtimal vermemiştir. 1950'li yılların insanı, 1930'ların insanından daha iyi koşullarda yaşamaktadır belki ama doğal içgüdülerinin büyük bir kısmını yitirmiştir.

1950'lerden bugüne neleri yitirdiğimiz ise daha geniş kapsamlı bir araştırmanın konusu. Araştırmanın sonuçlarının hiç hoşumuza gitmeyeceğinden de eminim.