Hep unutulan basit bir gerçeği tekrar etmekte yarar var: Geleceği bilemeyiz! Daha doğrusu yalnızca falcılar ve müneccimler geleceği bildiklerini iddia ederler. Bütün bilgimiz geçmişe aittir. Geleceğe ilişkin yapabileceğimiz tek şey geçmişin bilgisini kullanarak istediğimiz gibi bir gelecek için çabalamaktır.

Bu basit gerçekten yola çıkarsak, “Dünyada ve Türkiye’de darbe dönemi bitmiştir” diyenler aslında darbelerin olmadığı bir gelecek için temennide bulunmaktan ve çabalamaktan başka bir şey yapmamaktadırlar. Bu isteğin gerçek olabilmesi için yalnızca temennide bulunmak ve çabalamak yeterli midir? Geçmişin bilgisi bu temenninin gerçekleşmesi için işe yarayabilir mi? Geçmiş bize ne göstermektedir?

Darbeleri nasıl sınıflandırabiliriz?

İlk olarak Türkiye’de ordunun siyasete müdahalesinin birkaç farklı biçimi olduğunu saptamak gerekir. Bunlardan ilki Osmanlı İmparatorluğu’nun modern dünya sistemi tarafından yutulması sürecinde ortaya çıkan ve yapısal dönüşüm anlarında görülen müdahale biçimidir. Bilindiği gibi, Osmanlı İmparatorluğu 1750’lerden başlayarak Avrupa merkezli kapitalizmin meta zincirlerine dâhil olmuş ve 1800’lerin başlarından itibaren modernleşerek devletlerarası sisteme katılmıştır. Bu sürecin önemli halkalarından biri ve ordu ile siyasetin iç içe girdiği ilk olay imparatorluğun temel askeri kurumu olan Yeniçeri Ocağı’nın ortadan kaldırılmasıdır. Yeniçeri Ocağı, kökleri III. Selim’in Nizam-ı Cedit’ine uzanan Asakir-i Mansureyi Muhammediye adlı modern ordu tarafından 1826’da ortadan kaldırılmış ve bir yıl sonra Harbiye kurulmuştur. Osmanlı Devleti’nin ilk modern kurumlarından biri olan Harbiye, 1895’ten başlayarak bir imparatorluk kalıntısı olan Osmanlı devleti yerine modern bir ulus-devlet kurma çabalarının merkezi olmuş ve Harbiye’de yetişen kadrolar 1923’te bunu gerçeğe dönüştürmüşlerdir. Bu yapısal müdahalelerin iki temel nedeni vardır: 1. Kapitalizmle bütünleşme sürecinde başta Padişah olmak üzere geleneksel elitin modernleşmeye karar vermesi, 2. Kapitalizmin doğal ürünü olan burjuva sınıfının imparatorluğun yönetici halkı olan Müslüman-Türk halkı dışındaki halkların içinden çıkması ve süreç içinde tercihlerini kendi ulus-devletleri doğrultusunda yapması. Bu nedenler ordunun görece özerklik kazanmasına ve imparatorluk geleneğinin de etkisiyle bir sınıf gibi davranmasına yol açmıştır.

Ordunun siyasete müdahalesinin bir ikinci biçimi, kapitalizmin konjonktürel krizleri sırasında ortaya çıkan ve devletin yeni konjonktüre uyum sağlamasıyla sonuçlanan müdahalelerdir. Bu tür müdahalelerin ilki 1873 krizinin ardından yaşanan dış borç sorunuyla birlikte 1876’da gündeme gelen ve Birinci Meşrutiyet’in ilanıyla sonuçlanan müdahaledir. Alacaklı devletlerin düzenlediği Tersane Konferansı sırasında gerçekleşen bu ilk müdahalenin kuşkusuz o günün güçler dengesiyle yakın bir ilişkisi vardır. Bu tür ikinci müdahale 27 Mayıs 1960’ta gerçekleşmiştir. 27 Mayıs darbesi ile 1945 sonrası bütün dünyada geçerli olan ithal ikameci ve planlamacı ekonomiye geçmekte zorlanan Türkiye dünyayla uyumlu hale gelmiştir. 12 Mart ise, bir yanıyla 1968’e, diğer yanıyla krize giren ithal ikameci modele bir tepki özelliği taşır ve yarım kalmıştır. 12 Mart ertesinde yapılan kısmi anayasa değişiklikleri ve kurulmak istenen YÖK gibi kurumlar düşünülürse, 12 Eylül 1980 darbesinin 12 Mart’ın yarım bıraktıklarının tamamlanması ve devletin yeni konjonktüre uygun hale getirilmesi girişimi olduğu anlaşılır. Bu dönemdeki müdahaleler büyük ölçüde dönemin hegemonik devleti olan ABD’nin onayı, hatta teşviki ile gerçekleşmiştir. Ordunun bu tür son müdahalesi 28 Şubat sürecinde yaşanmış ve Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla ortaya çıkan yeni konjonktüre uyum süreci bir kez daha ordu eliyle gerçekleştirilmiştir.

Ordunun üçüncü bir müdahale biçimi elitler arasındaki çatışmada taraf olmaktır. Örneğin 31 Mart Ayaklanması’ndan sonra geleneksel-tarikatçı elitin iktidarı ele geçirme girişimine, İttihatçı-Masonik elit ordu eliyle karşı koymuştur. Benzer bir müdahale, ordu desteğiyle 1912’de Bab-ı Ali Baskını’yla gündeme gelmiş ve geleneksel-tarikatçı elit bu tarihten itibaren iktidarın dışına itilmiştir. 2002’de AK Parti hükümetinin kurulmasıyla başlayan ve 2007’de Cumhurbaşkanlığı seçimleri arifesindeki 27 Nisan bildirisiyle devam eden süreç ordunun bu tür son girişimidir. İttihatçı-Masonik elit, yaklaşık yüzyıllık kesintisiz bir iktidar döneminden sonra, kökleri geleneğe dayanan ama 1968-1991 sürecinin etkisiyle bambaşka bir dinamik kazanan gelenekçi-tarikatçı elit ile girdiği mücadeleyi en azından şimdilik kaybetmiştir.

Darbe dönemi bitti mi?

Geçmişe bakarak ordunun elitler arasındaki çatışmanın bir tarafı olarak siyasete açıkça müdahale etme döneminin sona erdiğini söylemek mümkün görünüyor. Bu yönde yapılacak her türlü müdahale, anlaşılıyor ki, ordunun ve taraf olduğu elitin daha çok mevzi kaybetmesiyle sonuçlanacaktır.

Sivil elitin kapitalizmin konjonktürel krizlerine uyum gösterecek düzenlemeleri yapamayarak dünya krizinin daha derin yaşanmasına yol açacak bir atalet içine girmesi durumu hakkında ise ancak bir tahminde bulunabiliriz. AK Parti, sekiz yıllık hükümet döneminde temelleri IMF-Dünya Bankası işbirliğiyle Kemal Derviş tarafından atılan bir uyum programını başarıyla sürdürmüştür. Bu performansa bakarak, AK Parti’nin 2008’de ilk etkileri görünen, asıl sarsıntısı muhtemelen önümüzdeki bir iki yıl içinde yaşanacak olan yeni konjonktür döneminde gereken refleksi gösterip devletin dönüşümünü gerçekleştirebileceğini varsayabiliriz. Dolayısıyla, ordunun konjonktür değişimi nedeniyle yeni bir müdahalede bulunması olasılığı zayıf görünmektedir.

Son konu, ordunun yapısal bir müdahalede bulunup bulunmayacağıdır. Bu, büyük ölçüde tartışmaya açık bir konudur. Bir yanda, gittikçe zayıflayan bir dünya-sistemi var, diğer yanda Avrupa Birliği bir umut ve belirsizlik adası olarak geleceğe göz kırpıyor. Ak Parti, bu koşullarda sanki üçüncü bir seçeneğin olabilirliğini yoklamaya çalışıyor. Bu yoklama, Türkiye’nin geçmiş deneyimi, tarihte bıraktığı izler ve bugünkü gücü ve olanaklarıyla birlikte düşünüldüğünde açıktır ki ancak iknaya dayalı bir süreç sonucunda gerçeğe dönüşebilir. Bu koşullarda Ak Parti’nin bugün çatışma içinde olduğu elit ile başta Kürtler ve Aleviler olmak üzere Türkiye’nin dışlanmış kesimleri ilk ikna edilmesi gerekenler olarak ortaya çıkıyor. Kuşkusuz ki kendi içini ikna edemeyen bir Türkiye kendi dışını ikna etme noktasında son derece güçsüz olacaktır. Ak Parti’nin bugün yokladığı üçüncü seçenek yarın zorlama sürecine girerse, Türkiye içinde ikna edilmeyen kesimler konjonktürel bir kriz ortamında ordunun yapısal bir darbe yapmasına zemin oluşturabilir görünüyor. Unutmayalım ki, ordu katı bir hiyerarşiye sahip ve elinde kimsenin karşı koyamayacağı kadar silah var. Darbe yapmak için tek eksikleri sivil iktidarın yönetemediği koşulların oluşması sonucu ortaya çıkacak meşruiyet. Darbeyi önlemenin tek yolu ise, Ak Parti’nin vereceği karardan bağımsız olarak, bir darbenin yaşanmasını önleyecek seçenekleri şimdiden yaratmak.

Evet, geleceği bilemeyiz, ama geçmişe bakarak öngörülerde bulunabilir, öngörülerimizin gerçekleşmesi için çabalayabiliriz.