Demek, Mehmet Aksoy’un heykeli “ucube” imiş. Demek bir heykel hakkında – muhtemelen her türlü sanat eseri hakkında- yorum yapabilmek için özel bir ilgi ve birikim oluşturmaya gerek yokmuş. Demek, “gözü olan herkes estetikle ucubeyi” ayırabilirmiş, Demek, Aksoy’un şahsında sanatın varlığını savunanlar, aslında “milletin estetik anlayışını aşağılamayı alışkanlık haline getirmiş” olanlarmış. Demek, “millet” kategorisinin bir de ayan beyan ortada olan bir “estetik anlayışı” varmış. Demek, o “estetik anlayış”ın dışında bir anlayışa sahip olan sanatçıların harcanması bu kadar kolay olabilirmiş. Biliyorum, biraz kulak tırmalıyıcı bir giriş oldu; ama daha bitmedi ne yazık ki...

Demek, bizler “medeniyet inşa etmiş ve medeniyet tasavvuru olan bir millet”mişiz. Demek, biz “köksüz bir millet ve köksüz bir devlet” değilmişiz. Demek, diğer milletler medeniyet inşa etmemiş ve medeniyet tasavvuru olmayan milletler olduğundan ve muhtemelen oralar “köksüz millet-köksüz devlet” formülünün geçerli olduğu diyarlar olduğundan, oralarda kendi tarihleriyle ilgili eleştirel filmler, diziler rahatlıkla çekilebilirken biz tam da bu övülesi hasletlere sahip olduğumuz için demokrat olamazmışız.

Demek, şu ana kadar göremediğimiz koskoca bir paradoks varmış ortada: Demek, o ülkelerin daha demokrat olabilmelerinin ardında yatan esas dinamik, oralarda ailenin, mahremiyetin, tarihin falan önemli olmamasıymış. Demek, tam da “bizim için aile, mahremiyet, tarih ve tarihi şahsiyetler, manevi değerleri son derece önemli” olduğundan özgürlükçü ve demokrat bir tavır sergilememiz imkansızmış. Demek, bu hasletlerimiz nedeniyle bu otoriter zihniyetle yönetilmeyi içimize sindirmemiz gerekiyormuş. Demek, bu söylenenlerin arkasında başka bir formül daha sırıtıyormuş: Ne kadar olumlu haslet; o kadar otoriter iktidar!

Demek, dost meclislerinde içilen içkiler eşliğinde yapılan o güzel sohbetler, okunan şiirler, yad edilen eski anılar, o masalarda dostlarla paylaşılan aşklar, acılar, neşeler veya şıpınişi çözüme kavuşturulan memleket meseleleri aslında bu ülkede yaşayan önemli bir kesim insanın yaşam kültürünün bir parçası değilmiş. Demek, bu ülkenin birbirinden farklı yaşam kültürlerine sahip ve tam da bu nedenle bir zenginlik olarak algılanması gereken toplumsal yapısı, aslında içinde habis bir ur barındırıyormuş. Demek, içki deyince yüzbinlerce insanın hiçbir sorun yaşamadan kendi meşreblerince oluşturdukları keyifli ve nezih ortamlar değil “aksırıncaya, tıksırıncaya kadar içenler” aklımıza gelmeliymiş. Demek bu habis urun yol açtığı trafik kazalarını bizler “ölümle, yaralanmayla ödüyor”muşuz.

Demek, “ölümle, yaralanmayla ödenen” ihmallerin, kalleşliklerin, aptallıkların, yanlışlıkların listesi yapılsa dünya rekoru kıracak bu ülkede, üstelik bunların büyük bölümünden sorumlu olanların, sorumluluktan kurtulma stratejilerinin arasında kendileri gibi yaşamayanları işaret etmek de varmış. Demek, bizim dışımızdaki kültürel kodların meşruluğu, ihtiyaç zuhurunda daima sorgulanabilir bir rehinmiş.

Demek, bütün bu nobranlığın sergilendiği konuşmada bir de “utanmak edeptendir” sözü bu kadar rahat sarfedilebiliyormuş. Demek, bütün bu otoriter ve milliyetçi had bildirmeler, muhafazakar demokratlık olarak sunulabiliyormuş. Ve demek, bütün bu lafları tek bir konuşmanın içine sığdırma becerisi gösteren biri, Türkiye’nin demokrat başbakanı olabiliyormuş.