Genellikle beni "tarihçi" zannederler. Oysaki tarihçi değilim. Ne tarih eğitimi aldım ne de tarih metodolojisine hakkıyla vakıfım.
İktisat kökenli bir siyaset bilimciyim. Fakat biraz aşağıda dile getireceğim nedenlerle tarihe çok merak saldım ve araştırmalarımı yakın tarihimiz üzerine yoğunlaştırdım. Ve sonunda öyle bir noktaya geldim ki hem iktisatçılığım unutuldu hem de siyasal bilimciliğim. Ben unutmasam bile...

İÜ İktisat Fakültesi'nde "Siyasi Bilimler Disiplini"ni seçtikten sonra girdiğim ilk siyaset bilimi dersinde; o zamanki kürsünün başkanı ve disiplin yöneticisi rahmetli Hocam Prof. Dr. Esat Çam; çok ilgin bir siyaset ilmi tanımı yapmıştı. "Siyaset ilmi" demişti; "Artık ve toplam bir bilimdir. Diğer toplumsal bilimlerin ilgi duymadıkları 'artıkları' değerlendirir ve diğer toplumsal bilimlerin bulgularını 'toplayarak' bir potada birleştirir."

Gerçekten başta sosyoloji olmak üzere; kamu hukuku, sosyal psikoloji, ekonomi, tarih vb. gibi tüm toplumsal bilimler siyaset biliminin konusudurlar. Ve bir siyaset bilimci bu konular hakkında (çok ayrıntılı olmasa da) fikir sahibi olmak zorundadır. Tabii şimdi toplumsal bilimlerdeki "uzmanlaşma"; bambaşka yönlere doğru gitse bile benim yaklaşımım değişmiyor...

Doçentlik aşamasında; 1974'te çalışmalarım "siyasal teori" ağırlıklıydı. Zaten "Demokrasi Teorisi" başlıklı bir tezle doçent olmuştum. Fakat aynı dönemde tarihe ağırlık vermeye başladım. Zira (o zamanki adıyla) "Türk Devrim Tarihi" dersi; bizim fakültede çok yetersiz bir biçimde okutuluyordu. Ve biz kürsü olarak; bu dersin verilmesine müdahil olmak istedik. Sonunda ders bizim kürsüye verildi ve 1975'ten itibaren bu dersi ben vermeye başladım. Tabii İktisat Fakültesi'nin öğrenci sayısı artınca ve buna bir de İstanbul Bilgi Üniversitesi eklenince çok sayıda genç arkadaşımın yardımıyla...

Xxxxxxxxxxxx

1970'lerin Türkiye'sinde; bazı "sağcı" ve (kendince) "solcu" gruplarda Atatürk'ü kıyasıya eleştirme merakı vardı. Sağcılara göre; Atatürk halkımızı dinimizden uzaklaştırmıştı. Bunlar eğer Mustafa Kemal'in liderliği olmasa; bugün Türkiye Cumhuriyeti topraklarında nasıl bir düzen olacağını hiç düşünmüyorlar. Eğer bugün huzur içinde ibadet yapılabiliyorsa; hiç kuşkusuz bunu Mustafa Kemal ve cumhuriyeti kuran kadroya borçluyuz.

Solcu ya da "ilerici" diyebileceğimiz gruplar; genellikle kendilerini "Atatürkçü" ya da "Kemalist" olarak tanımlamalarına karşın; aralarından bazıları cumhuriyetimizin ilk yıllarındaki tek parti yönetimini dikkate alarak; cumhuriyetimizi "otoriter" olarak değerlendiriyor ve Atatürk'ü de bir tür diktatör olarak görüyorlardı. Tabii o günleri bugünkü kavramlarla değerlendirmeye çabalarsanız; ortaya böyle bir sonuç çıkar.

Hep yazarım ve söylerim tarihsel bir dönemi değerlendirmek istediğiniz zaman; o tarihsel dönemin koşullarını dikkate almak ve toplumsal yaşamın kavramlarına o günlerde izafe edilen değerleri bilmek zorundasınız. Daha önce bu sütunda defalarca dile getirdiğim için bugün aynı konuya ayrıntılarıyla girmek istemiyorum ama 1920'lerin, 1930'ların dünyasında Türkiye Cumhuriyeti; o günün koşulları içinde Avrupa'nın ve doğal olarak dünyanın en özgürlükçü ve insan haklarına en saygılı üç-beş ülkesinden biriydi. Almanya'da Hitler'in zulmünden kaçan öğretim üyelerinin önemli bir bölümünün Türkiye'yi tercih etmesi elbette boşuna değildi.

Ancak o günlerin Türkiye'sini; bugünkü anlamıyla özgürlükçü bir demokrasi olarak görmek de elbette mümkün değildir. Fakat günümüz Türkiye'sinde demokrasinin önünde birtakım engeller bulunması da o günlerin Türkiye'sinden kalan bir miras değildir. Ve elbette bu durumun sorumlusu olarak Mustafa Kemal'i göremeyiz.

2. Dünya Savaşı'nı izleyen dönemde; Avrupa'nın totaliterlik baskısı altında ezilen (Doğu bloğu hariç) ülkeleri hızla demokrasiye geçerken; Türkiye bu dalgayı yakalayamadı. Zira müthiş bir

Sovyet tehdidi altında idi ya da kendini öyle hissediyordu. Ve bu tehdit altındayken halka geniş özgürlükler verilirse; bunun kötü sonuçları olabileceğinden korkuluyordu.

Daha sonra; Demokrat Parti iktidarında da aynı endişe devam etti.

Demokrat Parti iktidarı CHP iktidarına göre; hiç kuşkusuz daha "halkçı" idi. Ancak demokrasi yaklaşımı açısından aralarında fazla bir fark yoktu. Zaten DP'nin kurucularına bakıldığı zaman bunun farklı olamayacağı da görülür. Türkiye o dönemde ABD ve SSCB arasında süren "soğuk savaş"ın en ön safında yer almak zorunda kalmıştı.

O zamanlar (ve elbette günümüzde) Mustafa Kemal'i kıyasıya eleştirenlere hep şunu sora gelmiştim. "Atatürk'ü böylesine eleştirmek bize ne kazandırabilir?" Acaba bu eleştirilerle demokrasimizin önündeki engeller mi kalkar? Yoksa bu türden eleştiriler ekonomik kalkınma hızımızı mı artırır? Ya da ne gibi bir yarar bekleyebilirsiniz?

İnanın bu soruma bugüne dek tek bir doyurucu yanıt alamadım. Bazı "muarızlar" kem-küm ettiler ama somut bir yanıt getirebilen olmadı. Keşke olsa...

Demokrasimiz önündeki en büyük engel; bu "çarpık düzenden" nemalanan "egemen ekonomik güç"tür. Mücadele edilmesi gereken budur. Asla Mustafa Kemal değil...

- - - -