Türkiye, otoriteryen AKP rejiminin düşük faiz yoluyla şapkadan tavşan çıkarma hamlesinin zararlarını yaşıyor ve yaşamaya devam edecek. Bu zararların bazılarını burada yeniden hatırlamakta yarar var: ekonomik istikrarsızlık, düşük reel ücret, artan eşitsizlik, rejime destek veren işverenlerin risklerinin vergi ödeyenler tarafından sigorta edilmesi ve rejimin kontrolündeki devletin kaynaklara erişim turnikesini daha keyfi bir şekilde kontrol eden bir zebani haline gelmesi.

Bu zararların farkında olan farklı toplum kesimleri (ki buna bazı sermaye sahipleri de dâhidir) doğal ve haklı olarak durumdan şikâyetçi. Ancak yapılan eleştirilerin ileriye bakan bir ekonomi politikası vizyonundan yoksun olduğunu görmemek mümkün değil. Bu yazının ve belki de ardıllarının amacı, toplumsal adaletle bağdaşan, inandırıcı ve seçmene karşı hesap verebilir bir para politikasıyla ilgili bazı önerilerde bulunmak.

Amaç

Doğrusunu söylemek gerekirse, bu öneriler üzerinde düşünme surecim CHP’nin 10 maddelik enflasyon düşürme reçetesinin 21 Ocak’ta basına yansımasından önce başladı. Üniversitede yeni donemin başlaması ve pandemi koşullarında verilecek yüz yüze eğitimin yarattığı karmaşa nedeniyle ancak yazabiliyorum.

Bu planlanmayan rastlantı nedeniyle, CHP’nin önerdiği tedbirlere değinmemek zor. Tedbir önerilerinin basında önemli bir iz bırakmamasının CHP yönetimini üzdüğünü tahmin ediyorum. Ama umarım bu etkisizliğin nedeni araştırılır ve gerekli sonuçlar çıkarılır. Görebildiğim kadarıyla, enflasyonu düşürme reçetesi alelacele oluşturulmuş, ne muhalif iktisatçılarla ne de AKP rejiminin yarattığı ekonomik kaostan olumsuz etkilenen toplumsal muhalefet temsilcileriyle tartışılmış. Bu nedenlerle, büyük ölçüde sahipsiz kalmış bir hali var reçetenin.

Ekonomi politikasında ‘kral değil kural’ önerisi ve Kamu-Özel İşbirliği projelerinin tarife ve garantilerinin TL’ye çevrilmesi enflasyonla mücadele acısından anlamlı olmakla birlikte, diğer önerilerin büyük bir bölümü muğlak kalmış; ileriye yönelik, adil, inandırıcı ve cesur bir politika çerçevesi çizememiş.

Yukarıda söylenenlere rağmen, bu yazının amacı CHP’nin enflasyonla mücadele önerilerini değerlendirmek değildir. Her şeyden önce, CHP’nin öyle bir talebi yok. Tam tersine, önerilerin her şeyi kapsadığına dair zımni bir tatmin var. Ayrıca, CHP’nin kural, kurum ve hukukun üstünlüğü anlayışı ya sorunlu ve modası geçmiş bir devlet kavramına ya da ‘Dünya Standartları’nı sorunsallaştırmama varsayımına dayanıyor. Dolayısıyla, bu yazının ve bundan sonraki yazıların amacı daha geneldir: AKP rejiminin iflas etmiş ve toplumun ezici bir çoğunluğu için maliyeti yıllarca sürecek ekonomi politikasına karşı ileriye yönelik, adil, inandırıcı ve cesur bir politika çerçevesi tartışmasına katkıda bulunmaktır.

Ekonomi politikası ve devlet

AKP rejiminin hoyrat ekonomi politikasına yönelik eleştirilerin büyük bir kısmı anlamlı. Anlamlı olduğu kadar, eleştiri yapanların gelecekle ilgili ciddi kaygılarından kaynaklandığına da inanıyorum. Ama bu eleştirilerin ortak bir eksikliği, eleştirinin çok fazla ‘teknik’ kalması, yani ekonomi politikasını uygulayacak hükümet ve devlet kurumlarıyla ilgili teorik bir arka plandan yoksun olması.

Eminim, bu saptama sol gelenekten gelen ve AKP’nin para politikasını eleştiren iktisatçı ve aktivist arkadaşlara garip gelecektir. Bu tür bir tepkinin haklı nedeni var çünkü Marksist ekonomi-politik öğretisinde devlet hâkim sınıfların kontrolündedir veya bu hâkim sınıfların aracıdır. Dolayısıyla, sol söylemde adil ve inandırıcı bir ekonomi politikası uygulayacak devletin transformasyonu bir ön koşuldur. Buna bir itirazım yok. Ancak, gerek sol cephede gerekse ‘teknokratik’ analizlerde eksik kalan bir husus var: ekonomi politikasını adil ve inandırıcı kılmak için, ekonomi politika kurumlarını nasıl tasarlayacağız?

Sorunun siyaset bilimiyle ilgili yanlarına girmeden, devletlerin ekonomi politikasıyla ilgili verilerinden yola çıkarak bazı saptamalar yapmak mümkün. Verilerin işaret ettiği sonuçlardan birisi, devlet kurumlarının ve devletin yürütme ve yaptırım işlevlerini yerine getiren hükûmetlerin ekonomi politikasında genellikle oportünist davrandığıdır. Oportünist politika vatandaşların çoğunluğunun çıkarına aykırıdır ve devletin/hükümetin örgütlü, örgütlü olduğu için de ekonomi politikası kararları üzerindeki etkisi güçlü çıkar gruplarıyla danışıklı bir anlaşmayı (collusion) yansıtır.

Bu tür oportünizmin yalnızca ‘temsili demokrasi’ dönemiyle ilgili bazı örneklerini hatırlayalım. İki dünya savaşı arasında, kavgayla kazanılmış oy haklarını kullanan seçmenlerin desteğiyle başa gelen hükûmetler kapitalistlerin rezerv bir işçi/işsiz ordusu yaratmaya ve böylece ücretleri düşük tutmaya yönelik tercihlerini kendilerini seçen çoğunluğa zarar veren bir norm haline getirdiler. Bu danışıklı anlaşma o denli sıkı uygulandı ki, 1929-33 krizine neden olundu; krizden adil çıkış yerine toplumu savaşa götüren bir mobilizasyon başlatıldı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, savaştan sağ kalanların devletin meşruiyetini sorgulamasını engellemek için Keynesçi reformlar yapıldı, ama yeniden inşa sürecinin sermaye sahiplerinin yararına uygun olması garanti altına alındı.

Maalesef, devletin örgütsüz çoğunluğa karşı oportünist politika izlemesi kapitalist sistemle sınırlı değildir. Reel sosyalizm döneminde, ‘işçi devleti’nin devlet kapitalizmini inşa ettiğini, bu inşanın devlet/parti elitiyle devlet işletmelerinin yönetici eliti arasındaki danışıklı anlaşma çerçevesi dahilinde yapıldığını biliyoruz - veya üzülerek öğrendik. Aynı tarih diliminde, silahlı ulusal kurutuluş mücadeleleri sonucunda kurulan anti-kolonyalist rejimlerin yozlaşması, fakirlik, eşitsizlik ve suiistimalle eşleştirilen rejimler haline gelmesi bunun diğer bir örneğidir.

Türkiye özeline gelirsek, Türkiye’deki devrevi krizlerin kökeninde de benzer bir dinamik yattığını görebiliriz. Devrevi krizlerin nedeni, T.C. devletinin halka karşı güçlü ve ceberut, örgütlü çıkar gruplarına karşı ise zayıf ve kolay nüfuz edilebilir olmasıdır. Bu durumda, halkın oyuyla seçilse bile, hükümetler halkın taleplerini değil daha fazla kaynağa sahip örgütlü çıkar gruplarının taleplerini karşıladılar. Bu nedenle, bugüne kadar iktidar olmuş tüm partilerin öncelikli tercihi, devletin politika keyfiliğini azamileştirmek olmuştur. Durum bu olunca, AB veya IMF gibi dış güçlerin dayatmalarıyla benimsenen bazı kurallar en kısa zamanda aşınmış ve rant karşılığında siyasi destek/rıza takası tüm partilerin iktidarda kalma stratejisi haline gelmiştir.

Buradan çıkarılması gereken sonuç, ekonomik bir aktör olarak devletin işlevinin en aza indirilmesi, kamu alanının özel sermaye operasyonları için peşkeş edilmesi değildir. Çıkarılması gereken sonuç, muhalefetin ekonomiyi hem AKP’den hem de öncüllerinden daha iyi yönetebileceğini gösteren bir devlet perspektifine sahip olmanın ve bu perspektifle politika geliştirmenin gerekli olduğudur.

Bu perspektiften hareket edilince, adil, kapsayıcı, tasarımı ve uygulaması şeffaf ve kuralları belirgin bir ekonomi politikası çerçevesi oluşturmak mümkündür. Bu çerçevede işlev görecek tüm kurumlar operasyonel olarak özerk, ama aynı zamanda toplumsal muhalefete (yani çoğunluğa) karşı hesap verebilir olmalı. Sermaye çevrelerinin ve devletin ideolojisiyle uyumlu örgütlü çıkar gruplarının bu kurumlar üzerindeki asimetrik etkileri kırılmalı, işçilerin, memurların, kadınların, köylülerin, çevre dostlarının, siyasi ve dini azınlıkların bu kurumlara yönelik talep geliştirme ve hesap sorma kapasiteleri arttırılmalıdır.

BirgGün’de yayınlanan bir yazısında, sevgili dostum Aziz Konukman bu tür bir ekonomi politikası çerçevesi oluşturmak için bir ‘mıntıka temzliği’nin gerekli olduğunu belirtiyor. Ayrıca, mıntıka temizliğine ek olarak, para ve maliye politikalarıyla ilgili düşündürücü önerilerde bulunuyor. Bundan sonraki satırlarda, adil, yenilikçi ve cesur para politikası çerçevesiyle ilgili olarak dostum Konukman’la örtüşen ve örtüşmeyen bazı saptamalar yapacağım.

Kurala bağlı ve hesap vermeye açık para politikası

Kurala bağlı ve hesap vermeye açık para politikası tasarımında ilk adım, neo-klasikleri de içeren ana akım iktisatçıların para teorisi ve politikasıyla ilgili söylediklerinin büyük bir kısmının aslında hiç uygulanmadığını ortaya koymaktır. Teori ve pratik arasındaki bu yarık hem gelişmiş hem de çevre kapitalist ülkelerde söz konusudur. Bunu yalnızca sol heretikler veya Keynesçi gelenekten gelen iktisatçılar söylemiyor. Örneğin ‘Taylor Kuralı’ olarak bilinen politika çerçevesinin öncülerinden John Taylor 2017 tarihli bir çalışmasında ABD’deki politika pratiğini inceler ve iki sonuca ulaşır: (i) her ne kadar teori kurala bağlı para politikasının benimsenmesi için bir ivme yarattıysa da, merkez bankasının pratiğinde kural ve keyfiyet arasında bir ayırım yapmak güçtür; (ii) merkez bankası bağımsızlığı teorik olarak iyi bir para politikası için gerekli olmakla birlikte, bağımsızlık merkez bankasının kuraldan sapmasına ve 2007-2009 krizine yol açan balonunun oluşturulmasına katkı yapmasına engel olmadı. Bu sonuçları başka ülke deneyleri ve verileriyle desteklemek mümkündür.

O halde, ana akım iktisada yönelik eleştirilerimizde sapla samanı karıştırmamalıyız. Bence, para politikasında sorun ana akım iktisadın operasyonel bağımsızlığa sahip ama kurala bağlı bir merkez bankası önerisi değildir. Sorun gerek kuralı gerekse merkez bankası bağımsızlığını delen devlet-sermaye ikilisinin, işine geldiği zaman kural demesi işine gelmediği zaman da kuralı ihlal etmesidir. Bu nedenle, ileriye yönelik, cesur ve adil para politikasıyla ilgili ilk önerim merkez bankasının operasyonel bağımsızlığını ve kurala dayalı para politikasını ilke olarak benimsemektir.

İkinci önerim, merkez bankasının operasyonel bağımsızlığının sorumluluk ve hesap verebilirlikle birlikte gelmesidir. Sorumluluk olmadan yetki olmaz kuralı evrensel bir kuraldır. Merkez bankası veya devletin herhangi bir kurumu bu kuralın dışında tutulamaz. Peki merkez bankası kime karşı sorumlu ve hesap verebilir olacaktır? Kapitalist sistemde şimdiye kadarki uygulama, merkez bankasının hükümete ve meclise karşı sorumlu ve hesap verebilir olmasıyla sınırlıydı. Bu gerekli ama yetersiz bir koşuldur. Merkez bankasının yalnızca hükümete/meclise karşı sorumlu olması, günah işlemeye eğilimli bir sistemin incir yaprağıdır. Merkez bankası aynı zamanda para politikasından etkilenen tüm paydaşlara karşı sorumlu olmalıdır.

Tabi ki bu sokakta herkese hesap vermek şeklinde olmayacaktır. Bunun yolu, günümüz toplumunu karakterize eden sosyo-ekonomik grupların (yani ücretlilerin, kadın hareketinin, çevre hareketinin, vs.) oluşturacağı tepe örgütlerine karşı sorumlu olmaktan geçer. Bu tepe örgütleri hem merkez bankasının pratiğini analiz etme hem de anlaşılan kuraldan sapma olup olmadığını belgeleme olanağına sahip olacaktır. Onların müdahalesi, merkez bankasının hükümetle iş birliği içinde, yalnızca finans sermayesinin veya tekel gücüne sahip sanayi şirketlerinin çıkarlarını gözeten bir kurum olmasını engelleyecek veya en azından zorlaştıracaktır.

Üçüncü önerim para politikası kuralının ne olacağıyla ilgilidir. Son 150 yıllık dönemde üç para politikası kuralı denendi. Birincisi, altın standardı diye bilinen ve merkez bankasını bir tür Para Kurulu haline getiren kural. Bu kurala göre, merkez bankası ancak altın rezervleriyle karşılanabilecek miktarda para basar. İkinci kural, Bretton Woods kuralı olarak bilinen ve yerli paranın diğer paralar karşısındaki paritesindeki değişiklilerin %1 ile sınırlı tutulmasını öngören kural. Bu kural, yerli paranın altına ve IMF’den alınabilecek kredilere endekslenmesi anlamına gelmekteydi. Para ekonomisinde miktar teorisi olarak bilinen teoriden esinlenmiş her iki kuralın maliyetleri faydalarından fazla olmuştur.

Üçüncü kural, Bretton Woods sistemin çökmesinden sonra gündeme gelen ve artan finansallaşma koşullarında daha iyi çalışacağı varsayılan enflasyon hedeflemesi kuralı. Bu kuralın çeşitli versiyonları vardır. Saf enflasyon hedeflemesi, politika faizinin enflasyonu %2 civarındaki bir bant içinde tutacak şekilde ayarlanmasını gerektirir. Nominal gelir hedeflemesi versiyonu ise, önceden açıklanmış bir nominal büyüme hedefi güder ve bu nominal hedefin ne kadarının enflasyon ne kadarının ise reel büyümeden oluşacağını açık bırakır. Diğer bir deyişle, merkez bankası enflasyonla büyüme arasındaki takası ‘topluma’ bırakır. Diğer bir versiyon, Taylor kuralı olarak bilinen ve enflasyona ve işsizliğe eşit ağırlık tanıyan bir faiz belirleme kuralıdır.

Yukarıda da belirtildiği gibi, dünyadaki para politikası deneyi merkez bankalarının bu üç versiyondan hiçbirine tam bir bağlılık göstermediğini gösteriyor. O halde ya kuralların teorik temeli sorunludur ya da yukarıda açıklamaya çalıştığım ‘hükümet oportünizmi’ esas sorundur.

Veriler saf enflasyon hedeflemesinin daha çok finans kapitalin tercihi olduğunu göstermektedir. Bunun nedeni, bu kesimin nominal değere sahip servetinin enflasyon nedeniyle değer kaybetmesidir. Ayrıca, saf enflasyon hedeflemesi bir tür ‘kurtları salma’ ama ‘taşları bağlama’ kuralıdır. Salınan kurtlar pazar gücüne sahip ve dolayısıyla fiyatlarını kolayca arttırabilen şirketlerdir. Savunmada kullanılacak taşları bağlananlar ise, faizler arttığında işini gücünü kaybeden ücretlilerdir. Dolayısıyla, saf enflasyon hedeflemesini teorik olarak sorunlu görüyorum.

Ama diğer kuralların göz ardı edilmesinin nedeninin hükümet/merkez bankası oportünizmi olduğunu düşünüyorum. Ne hükümet ne de merkez bankası bu tür kurallarla elinin kolunun bağlanmasını istemez. Bunu hayırhah nedenlerle, yani ekonomik stabilizasyon kaygısıyla, istemediklerini söyleseler bile, esas sorun keyfiliğin sağlayacağı siyasi ranttır – yani gerektiğinde ekonomik balon yaratıp seçimi kazanmayı garantileme kaygısıdır. Bu nedenle, demokratik muhalefetin para politikasında kuraldan yana olmasını; ama aynı zamanda merkez bankasının yalnızca hükümete veya çoğunluk hükûmetinin güdümündeki meclise değil, meşru sosyo-ekonomik kesimlerin temsilcilerine hesap vermesini savunuyorum. Bundan sonraki yazı(lar)da para politikasının kurallarının ayrıntıları üzerinde durmayı umuyorum.

_____________________

Mehmet Uğur

Ekonomi ve Kurumlar Profesörü

Greenwich Üniversitesi

Greenwich Ekonomi Politik Araştırmaları Merkezi