Toplumsal değerler sisteminin en üstüne kendini koyan devlet, aidiyetini topluma borçlu olan fakat topluma karşı bir topluluktur. Devletin politika anlayışı ise, devletin varlığını kazandığı topluma karşı uyguladığı yaptırımlardır.

Devletin politik anlayışını doğru kavramak için, ataerkil kültürün siyasi karakterini irdelemek gerekmektedir.

Toplumsal yaşamda hiyerarşinin hakimiyetiyle varlığını kanıtlayan ataerkil kültür, idealize edilmiş toplumsal düzende devletin koruyucu ve yönlendirici etkisiyle oluşmuş sistem kültürlerinden bir tanesidir.

Diğer toplumsal sistemlerin, kuramların ve uygulamaların yanında, sınırları belirlenmiş dayatmalardan oluşan bu yönetim biçiminde, toplum hak arayan çoğunluktan ziyade, ataerkil devlet sisteminin politik yaptırımlarını uygulayan öznedir. Ve devletin istikrarlaşmış politik duruşuyla, toplum otoriteyi kutsayarak itaat eden bir konumdadır. Bu hiyerarşik anlayışı yıkmak isteyen toplum, devletin politik tasavvurunda bir kaosun başlangıcıdır, devletin bütün güçlerinin toplumu bastırmak için harekete geçirmesi bu yüzdendir. Böylece sivil yaşam tekinsizdir ve toplumun kendini yönetmesi imkânsızdır.

Koruyucu ve kollayıcı bir iradede, ezilen sınıfın (toplumun) gücü yoktur. Bu nedenle devletin varlık nedeninin politik anlayış bakımından toplumsal rıza ile bir ilişkiside söz konusu değildir.

Devletin var oluşunu anlamamızı sağlayan bu gerçeklik, devletin politik anlayışındaki maksatlarıda açığa çıkarmaktadır. Bu duruma devletin politik anlayışında egemen kılmış olduğu ve kendi efsanesinden beslenen politik anlayışın asıl yüzü diyebiliriz.

Toplumsal sözleşmenin tam karşısında yer alan düzen anlayışı, yönetim ihtiyaçlarının toplum tarafından belirlenmediği, aksine devletin ihtiyaç duyduğu "nasıl bir toplum" sorusuna duyulan cevabın politik amaçlarla belirlenmesidir.

İmparatorluklardan, Cumhuriyet sistemlerine kadar, devlet ve devletin politik anlayış varyantları, hakim gücün ihtiyaçlarına cevap vermek için üretilmiştir. İmparatorlukların yaratmış olduğu politik aklın, Cumhuriyet denilen 'sözde demokratik devlet yönetimlerinde' dahi hâlâ aynı zihniyeti taşıması, devlet denilen olgunun gerçekte ne olduğunu ortaya koymakta olup, toplum için sınıfsal düşünmenin hakikatini devamlı güncel tutmaktadır.

Her zaman için uygarlıkla başat kavram olan devlet ve sınıf sorunu, sürekli genişleyen ideolojik kültürün maddi öğelerini büyütmektedir.

Maddi gücün temel hareket noktası olmasıyla, devletin politik anlayışının bu noktadan başlayarak bir ideolojiye dönüşmesi ayrılmaz zorunluluklar içermektedir. Bu nedenle devletli uygarlık tarihi, politik toplumun baskı altında tutulması ve sadece devletin politik anlayışına tabi kalınarak, itaat eden toplumun ebedileşmesi demektir.

Devlet tarafından sabit ve devamlı kılınmak istenen toplum modelinde, önce bireysel iradenin, toplumsal iradeye başkaldırması amaçlanmakta ve daha sonra kontrol edilemez bireylerin çoğalmasıyla; kontrol altında tutulmak istenen çoğunluğun, her türlü ideolojik aygıtla yönlendirilmesi amaçlanmaktadır. Sistemin çelişkilerle oluşmuş bir güç olduğunu ispatlayan sosyolojik devinim, devletli egemen sistemin yaşam kaynağıdır.

Politik, kültürel, ekonomik ve askeri gücün devletin ideolojik aygıtlarının önemli parçaları olduğu, kapitalist-emperyalist dünyanın en belirgin özelliğidir.

"Giorgio Agemben'in kutsal insanda izah ettiği gibi; birey, toplum ve yurttaşlık sorunları, devletin politik anlayışının yönettiği topluma karşı niyetini tarif etmektedir." Kapitalist-emperyalist devletlerin politika anlayışının bilinçaltında yatan ataerkil karakteri izah eden "Giorgio Agemben"in düşünceleri, günümüzde daha çok kökleşmiş sistemin politika anlayışıyla bizleri yüz yüze getirmektedir.

Tıpkı, Hegel'in özbilincinde ifade ettiği gibi; devlet, toplum ve öznelerarası ilişkiler, erkek egemen devletin idealist yapısında olgunlaşır ve politik anlayışın uygarlık sistemindeki diyaletikiğini ifade eder.

Böylelikle bireyin, toplumun 'özgün' özgürlük sorununun, devletin politikasındaki birlik eylemiyle ortadan kaldırılması hedeflenir.

Yurttaşın öznelliğiyle, devletin nesnelliğinin çatışmaya başladığı bu hakikat, idealize edilmiş devlet mantığının yurttaşlarına, politika anlayışını evrensel bir yöntem gibi sunmasını göstermektedir.

Devletin politik bir model olarak amaçladığı "yasal tebaalar" toplum biçimi, topluma sunulan politik yaptırımlarla hedefine ulaşmaktadır.

Bireyden tutalım da, topluma kadar ontolojik gerçeğin askıya alınarak, yurttaşların özgürlüğünün ortadan kaldırıldığı baskılar, meşru hakların yasal zeminlerinide politikleştirerek, toplumsal taleplerinin hukuki boyutunu etkisizleştirmektedir. Bu şekilde devletin istediği yönde standartlaşan yurttaşlar, politik ve toplumsal pratiklerde edilgenleşirler.

Tarihselliğiyle, toplumsal bağlama içkin olan devlet ve politika anlayışı; birey ve toplum arasındaki tanınma statüsüyle, tahakkümcü politik anlayışına koşullar yaratır. Bu nedenle özne ve nesne arasındaki çelişkiler, zıtların birliği gereğince devam eden devlet-toplum çatışmasının sürekliliği olur.

Toplumsal birliği ayrışmaya indirgeyen bu çelişki, devletin politika anlayışında yeni evrelerin ortaya çıkması için, devletin daha çok bürokrasiye gereksinim duymasına neden olur. Ve bürokrasinin geliştiği her yönetim aşaması, toplumu komünal karakterinden uzaklaştıran etkili dönüm noktalarını yaratır.

Devletin politika anlayışında demokrasiyi "a priori" bir tanıma dönüştüren dönüm noktaları, devletin neden bir politika anlayışına ihtiyaç duyduğunu, toplumsal yaşamda var olan hiyerarşiyle ortaya koymaktadır. Yaşanılan hakikatten yola çıkarak sözü edilen insan haklarının, yalıtılmış bir varoluşta cisimleşerek, her zaman devletin bir ideasına nasıl dönüştüğünü anlamak daha kolay olmaktadır.

Tanımı yapılmak istenen hak ve adalet kavramlarının, zamanın ve mekânın dışında bağımsız olarak kalıcı sonuçlar yaratan bir mücadeleye dönüşememesinin ana nedenleri bu yüzdendir.

Devletin egemen politik anlayışı yüzünden, kendi özgür iradesiyle düşünen, üreten, kendi failliğini üstlenen bir toplumun şimdiye kadar, farklı bir politik anlayış olarak iktidara dönüşememesi, egemen sistemin sınırları içinde edimselleşmeyi kabul etmiş toplum yapısından kaynaklanmaktadır. Bu bağlamda devletin ve toplumun doğası arasındaki fark irdelendiğinde, devletin toplumu domine etmesiyle, yapılan sorgulamaların neden bir eyleme dönüşememesi daha kolay anlaşılmaktadır.

Kapitalist-emperyalist devlet anlayışının politik tercihlerini yaşamsal kılan bu gerçek, insanın doğallığını asimile eden iktidarın dokusudur.

İktidarın sembolü olan devletin, yasalarıyla toplumsal özü asimileye uğratan güç birikimi, 'öte' bir adalet kavramını aşkınlaştırarak, kanunların meşruluğunu, kendi hakimiyetinin yaptırımlarına dönüştürmektedir. Bu nedenle yasalara meşruiyet kazandıran temel haklar değil, devletin zorba gücünün kendisidir.

Adil olanın güçlü olamayacağı anlamına gelen devletin politika anlayışı; devlet, toplum, güç ve yasalar arasındaki bağlantıları teşhir eden önemli ayrıntılardır.

Devletin politika anlayışının güvenilir ve tercih edilir olmadığını ve devletin toplum üstünde politik bir güç olduğu için nesnel olarak varolduğunu kanıtlayan bu nesnellik, devletin politika anlayışında karar veren kurucu güç olduğunu tanıtlamaktadır.

Bununla birlikte devletin politika anlayışını haklılaştıran performatif güç, hep yorumlayıcı bir çoğunluğa ihtiyaç duyar. Yorumlayıcı çoğunluğun ise sadece toplum oluşu; devletin, varlığını toplumdan beslenerek pekiştirdiğini izah etmektedir. Devletin tarihsel sürecinden günümüze kadar varlığını mistikleştirmesinin kökenleri burada yatmaktadır.

Devletin toplum üzerindeki politika anlayışının bir tasavvuru olan bu gerçek, idealaşan toplumsal aklın, devleti tanrılaştırarak bir kurtarıcı olarak içselleştirmesinin dinsel kökenlerini göstermektedir. Bilhassa, uygarlıkların başlangıcından itibaren gelişen toplumsal din anlayışının özünde, devletin politika tasavvurunun, toplumsal bilinçte ebedileştirdiği, görünmez ama mutlak olan devlet(tanrı) varlığının kökenleri, süregelen tarihsel sürecin neticesidir.

Devletin politik kavrayışının değişmez sınıfsal yapısı, devlet için politikayı çıkarlar ilişkisinin neticesi olan ekonomik özle bütünleştirir. Önceden belirlenmiş yönetim politikasının devlet açısından tekilliğine işaret eden bu doğru, devletin tekelci bir hedefte geliştiğininde açıklayıcısıdır.

Devletin politika anlayışında rasyonel hesaplayıcı bir aklın bulunduğunu ispatlayan sınıfsal hakikat, ataerkil uygarlık düzeninin her koşulda ezici, sömürücü yönünü de teşhir etmektedir. Elbette her teşhir; saf vatandaş-yurttaş gözüyle açığa çıkan bir olgu değildir. Devletin politik anlayışındaki sömürücü ve ötekileştirici yüzünü ortaya çıkarmak, toplumsal alanda oluşacak bir sınıfsal perspektifi zorunlu kılmaktadır.

Toplumun politik otoriteye itaatini ortadan kaldıracak bilinç farkındalığı, toplumsal sözleşmenin, toplumun sınıfsal çıkarları doğrultusunda değişmesini sağlayan sinerjik bir iradedir.

Devletin politik anlayışının eşitlik ve adalet bakımından kaosla özdeşleşen varlığının zayıflayarak ortadan kalkması, ancak toplumsal iradenin sınıf eksenli stratejiler doğrultusunda kolektif bir inanca dönüşmesiyle mümkündür. Bunun için toplumun, sürekli devrim anlayışını güncel yaşamın tüm pratikleri içinde merkeze alması gerekmektedir.