Atladığım sanılmasın. Bugün Dink Davası’nın 18. duruşması görülüyor ve bu mevzuya geri dönmek için iyi bir zaman.

Konu malum, Hrant Dink’in öldürülmesinden sonra Başbakan Erdoğan’ın aileye yaptığı taziye ziyaretinde yaşanan Cemil Çiçek için “Kanlı mı, zanlı mı diyelim” diyalogu. Biliyorsunuz Çiçek, Hrant Dink’in de konuşmacı olduğu şu ünlü Ermeni Konferansı‘ndan sonra katılımcıları “Bizi arkamızdan hançerlediler” diyen kişi. Belli zamanlarda sünnetsiz PKK’lılardan bahsedip, PKK sorununun Müslüman Türk ve Kürtlerin değil, Ermenilerin tezgahı olduğunu sürekli tekrarlar.

İşte o ziyaret günü kendisine yöneltilen bu soruya, Erdoğan o anki kesif keder ortamında “Öyle demeyin, bari zanlı deyin” diyerek, bence insani ve nezaketli bir cevap veriyor. Kastedilen de Çiçek’in Dink’i öldüren çeteye üye olduğu değil tabii, Ermeni karşıtı iklimlendirmeye yaptığı katkı ve buna Erdoğan’ın sessiz kalışı.

Erdoğan’ın bu “nezaketinde”, adım adım gelen bir cinayeti önleyememiş olmanın mahcubiyeti de var -olmalı- kuşkusuz. Ergenekon şemasının 2003 yılında Başbakan’ın önüne konduğunu biliyoruz. AK Parti’nin o sıra böyle bir hesaplaşmaya kendini hazır hissetmediği de yazıldı çizildi. Ama neredeyse tüm Jandarma ve Emniyet’nin bildiği bir cinayet, bir Marquez romanı gibi günü saati geldiğinde işlendi. Buradan hükümete bir fatura çıkmaması mümkün mü? Hele Ermeni meselesini tabu olmaktan çıkartmak için sorumluluk üstlenen aydınları, partinin önemli bir bakanı Meclis kürsüsünden “arkadan hançerleyenler” olarak ilan ediyorsa.

Ergenekon, 2004’ten itibaren misyoner balonunu şişirirken AK Parti’nin kimi şahıslarından epey nefes aldığı Taraf’ın yayımladığı WikiLeaks belgelerinden biliyoruz artık. 11 Mart 2005 tarihli ve misyonerleri açıkça hedef gösteren cuma hutbesinin ülkenin tüm camilerinde okunduğunu, hemen ertesi günü Ankara Uluslararası Protestan Kilisesi’ne saldırıldığını da. WikiLeaks belgelerine göre ABD bu konuda çok kaygılıdır o sıra. Büyükelçi Eric Edelman ile dönemin Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Aydın arasında ciddi sürtüşmeler yaşanır. Çünkü Bakan konuşmalarında -hepi topu 50 misyoner vardır Türkiye’de- misyonerleri ayrılıkçı ve yıkıcı ilan etmekte, yapıcı açıklamalardan kaçınmaktadır. Sevindirici husus AKP’li pek çok vekilin Aydın’ı aşırı bularak eleştirmesidir.

ABD, Malatya’da misyoner katliamından çok önce, bu kentte asker, dinî görevliler ve eşrafın misyonerlere yönelik baskısını tesbit etmiştir. Ak Parti’nin bu söyleminin Hıristiyanlara karşı şiddeti arttırabileceği konusundaki uyarıları, Aydın tarafından “Öyle bir ihtimal yok” şeklinde geçiştirilir.

Sonra malumunuz, Santoro, Dink cinayetleri ve Malatya katliamı...

Hrant Dink’in bu kadar ucuz bir şekilde öldürülmesinin buradan hareketle iki yönü var.

İlki cinayeti planlayıp işleyenler. Yani Ergenekon.

İkincisi de Ermeni ve Hıristiyanı insandan saymayan, bu ülke insanına İttihatçıların bir armağanı olan ve Ergenekon’a geniş bir meşruiyet sağlayan o zehirli miras.

İkinci unsur olmasaydı, Santoro, Dink ve Malatya kurbanları muhtemelen bugün yaşıyor olacaklardı. İkinci unsur hâlâ devlette yer bulmasaydı, dava bugüne kadar tüm arka planıyla aydınlatılmış ve bitmiş olacaktı. Erdoğan ikinci unsuru devletten söküp atabilmiş olsaydı, ne AİHM’e Dink hakkında bir nazi savunması giderdi, ne de Dink cinayetinde Ermeni nefreti devlet görevlilerini görevlerini yapmaktan alıkoyardı.

Eğer Erdoğan bu ikinci unsurla içinde yüzleşebilseydi, Arat Dink’in yazısını manşet yapmamıza bu kadar öfkelenmez, bu öfkesini de -iddiaya göre gittiği kente göre konuşmuyor ya- Kars gibi Azeri vatandaşların yoğun olduğu bölgede oya malzeme etmezdi. Zihin altını mekân etmiş önyargıya bakınız ki, bize cevap verirken şöyle diyor Erdoğan: “Barışsa, biz Ermenistan’a bütün iyi niyetimizle uzlaşma elimizi uzattık. Şimdi sıra Ermenistan’da. Fakat bugün bir olay daha oldu. Bir gazete başlık atmış. O da güya Başbakan Yardımcım Cemil Bey’in Dink’in oğlu tarafından söylenen bir şey ki ben böyle bir ifadeyi asla Başbakan Yardımcım için kullanmam. O’nun ölümüyle ilgili ‘zanlı’ olarak ifade etmişim. O, ‘kanlı’ demiş, ben ‘hayır kanlı değil, zanlı’ demişim. Bu çocuk bunu söylemişse kendisine teessüf ederim. Ama bunu malzeme haline getiren o gazeteyi de huzurlarınızda kınıyorum, tel’in ediyorum. Diasporanın etkisinden kurtulup Ermenistan’da biz adım atmasını beklerken, Ermeni yanlısı ne yazık ki bazı zihniyetten hâlâ bu ülkede, onların avukatlığını üstlenmişler, bunu sürdürüyorlar.”

Bu yazı, hangi dürüst gazeteye gitse aynen böyle manşet olurdu. Üstelik biz bu yazıyı hiçbir yorum getirmeden verdik. Ama tel’in etme gibi ağır biçimde eleştirilmekle kalmadık, Ermenistan açılımını, diasporanın etkisinde kalarak, Türkiye’yi, nasıl derler, Cemil Çiçek’in deyimiyle arkadan hançerlemiş olduk. Erdoğan muhtemelen bu yayında benim Ermeni kökenimin rol oynadığını da düşünmüş olmalı.

Aslında bu yazıyı, doğan cevap hakkı nedeniyle yazmadım. Muradım bu ülkeyi en az birkaç dönem daha yönetmesi gerektiğini düşündüğüm bir partinin bu ciddi arazını fark etmesi ve düzeltmesi. Bunun en çok da İslam’ın temel değerleriyle ters düştüğünü biliyorum çünkü. Kavmiyetçilik, Veda Hutbesi’nde böyle net yargılanmışken, “yüzde doksandokuzu Müslüman” bir ülkede siyaset dahil etnik soslu milliyetçiliğin bu kadar baskın olmasının nedenini merak etmek ve hücrelerimizden söküp atmak gerekiyor.