DİSK, 20 Haziran Dünya Mülteciler Günü dolayısıyla “Mültecilik, Göç ve Göçmen Emeği” sempozyumu düzenledi.

İstanbul Tabip Odasında düzenlenen sempozyumda mültecilerin yaşadığı sorunlara dikkat çekildi göç sorununa ilişkin çözüm önerileri sunuldu.

Geri gönderme tartışmaları, göçmenliğin nedenleri ve sonuçlarının tartışıldığı sempozyuma akademisyenler, siyasi partilerin yönetici ve temsilcileri ile işçiler ve mülteciler de katılım sağladı.

"MÜLTECİLER YAŞADIĞIMIZ SÜRECİN SORUMLUSU DEĞİL"

Sempozyumun açılış konuşmasını yapan DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu, sendikaların göç tartışmaları konusunda adım atmakta geri kaldığını ifade etti.

Emperyalistlerin kışkırttığı savaşlar ve artan küresel eşitsizlikler nedeniyle göç dalgasının hızlandığını söyleyen Çerkezoğlu, mültecilerin gittikleri yerde düşük ücretli, güvencesiz şekilde çalıştırılarak istismar edildiğini söyledi.

Mültecilerin işsizliğin, yoksulluğun sorumlusu değil mağdurları olduğuna dikkat çeken Çerkezoğlu, mültecileri Türkiye işçi sınıfının bir parçası olarak gördüklerini ve mültecilerin güvencesiz ve ucuz iş gücü olarak görülmesine karşı sendikal ve sosyal güvenlik haklarının sağlanmasını savunmaya devam edeceklerini dile getirdi.

Moderatörlüğünü A. Ebru Ökten’in yaptığı “Türkiye’de siyasi tartışmalar ve uluslararası ilişkiler bağlamında göç, göçmenler ve mülteciler” başlıklı oturumda Galatasaray Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Didem Danış ve Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Cenk Saraçoğlu, Gazeteci Hale Gönültaş ve Suriyeli Aktivist Taha Elgazi sunum yaptı.

"8 YIL DEVAM EDEN GEÇİCİ KORUMA STATÜSÜ OLAMAZ"

"AB ile yapılan geri kabul anlaşması ve sonuçları” sunumuyla Didem Danış konuşma gerçekleştirdi. Türkiye’nin Ekim 2014 yılında çok önemli bir karar aldığını hatırlatan Danış, hükümetin geçici koruma düzenlemesini kabul ettiğini aktardı.

Danış, “Biz Türkiye'yi evet bir yandan eleştiriyoruz, 1951 uluslararası Cenevre sözleşmesine göre mülteci statüsü vermediği için. Bugün artık 2014-2022, 8’inci yılındayız, 8 yıl devam edecek bir geçici koruma statüsü olamaz zaten yapılan düzenlemelerde de hep bunun bir, maksimum iki yıl olacağı varsayılıyor oysa biz sekizinci yıla geldik” diye konuştu.

"TÜRKİYE AB’NİN SINIR BEKÇİSİ OLMA ROLÜNÜ ÜSTLENDİ"

Danış devamında şöyle konuştu:

"Avrupa artık gelen 1 milyona yakın gelen yabancı göçmen karşısında Türkiye ile bir anlaşma yapma yoluna gitti ve Mart 2016’da. Yani kamuoyunda göç anlaşması diye bilinen AB-Türkiye mutabakatı imzalandı. Türkiye bu mutabakatla aslında çok uzun yıllardır karşı durduğu Avrupa Birliği'nin sınır bekçisi olma rolünü bir anlamda kabul etmiş oldu. Nasıl 3+3 milyar avro karşılığında sınır geçişlerini kontrol edeceğini ama karşılığında da Türkiye'de bulunan Suriyelilerin temel bazı hizmetleri alımını kolaylaştıracağını söyledi. Fakat bu süreçte çok uzun sürmedi. Yani o kucak açan misafir, ensar, muhacir diyen hükümetin iç siyasi kaygılar ve özellikle de oy çekincesi ile kamuoyu tepkisine karşı daha mesafeli durmaya doğru döndüğünü görüyoruz. Şu son dönemde Süleyman Soylu'nun ifade ettiği seyretme politikası söylemleri, giderek daha yükselen geri göndermeler, geri gönderme merkezlerinde alıkonmalar, özellikle kayıt başvurularında Suriyelilerin yaşadığı sorunlar gibi çok ciddi krizler yaşanmakta olduğunu görüyoruz. Bir de bunun toplumsal boyutunu eklememiz gerekir. O da nedir?

Türkiye'de özellikle son birkaç yıldır içinde olduğumuz ama giderek kötüleşen ekonomik krizle beraber toplumsal kabul seviyesi çok ciddi oranda düşmüş durumda. Yani burada hep vatandaşların haklı olarak belki ekonomik alanda yaşadıkları daralma ile duydukları kaygılar var. Ama bu kaygıları aslında toplumsal kesimler arasında en zayıf kesimi olan mültecilere yöneltmelerinde ise ben açıkçası organize bir manipülasyon olduğunu düşünüyorum.

Zaten hepimiz sosyal medyada buna benzer şeyleri görüyoruz. Şimdi dolayısıyla bir yandan hükümet politikaları değişti. Son 2 yılda bir yandan toplumsal anlamda özellikle sosyal medyada çok yoğun bir ötekileştirme, ayrımcılık ve ırkçılık dalgasının yükseldiğini gördük.

Dolayısıyla mültecilerde de ciddi anlamda bir kaygı korku ve bunun gündelik yaşamlarına ve gelecek projeksiyonlarına yansıyan sonuçları olduğunu da görüyoruz. Ekonomik kriz, evet Türkiye toplumunu derinden etkiliyor. Hepimiz yoksullaştık. Ama bu yoksulluğun mülteci topluluklar çok daha ağır yaşıyorlar. Yani artık temel gıdaya erişimin tartışıldığı bir noktadayız, insanların yatağa aç girdiği bir noktadayız. Günlerce aç yattığı bir noktadayız. Üstüne üstlük bununla beraber geride arafta kalma bir belirsizlik durumu yani yarın ne olacağını bilmeme durumu söz konusu."

"SIĞINMACILARIN DURUMU AKP’NİN DIŞ POLİTİKASINDAN BAĞIMSIZ DEĞİL"

"Türkiye’de mülteciler ve siyasal sonuçları" başlıklı sunumuyla Cenk Saraçoğlu konuştu. Türkiye'nin bugün karşılaştığı sığınmacı ve göç hareketliliğini ortaya çıkaran koşulların ve çatışmaların parçası olan bir ülke olduğunu belirterek, "Türkiye’de bahsettiğimiz sınıf politikasını tartışmak, mültecilerin kabullerini, hangi koşullarda kabul edileceğini, sığınmacıların ne kadarının kabul edileceğini tartışmak demek AKP’nin dış politikasını sorgulamaktan bağımsız düşünülemez ve bu noktada da sadece sınıf politikasına yönelik olarak siyasal önerme mevcut. Osmanlıcı ve daha çok da AKP iktidarının Ortadoğu'daki kendi ideolojik ajandası ile uyumlu dış politikasının sorgulamadan gerçekleştiremez” dedi.

Göçmen emekçilerin katmerlenmiş sömürüsü, kayıt dışı emek süreçleri içerisinde olduğuna dikkat çeken Saraçoğlu, “Göçmenlerin ve mültecilerin işyerlerinde karşılaştıkları istismar, ücret hırsızlığı vs vakalar karşısında onların hukuk yollarına ya da hak arayışlarına dair erişimleri daha fazla açılmalı. Hukuki desteğin daha fazla sağlanması böyle durumlarla karşı karşıya kaldıklarını, psikososyal desteğin yerine getirilmeli. Bunlar çok önemlidir. Fakat bahsettiğimiz gibi Türkiye'nin eşitlikçi ve özgürlükçü dönüşümünü hedefleyen bir sol siyasal yapılanma bununla kendisine sınır tutamaz. Çünkü Türkiye’deki bugün itiraf edildiği gibi göçmen ve emekçilerin katmerli sömürüsü Türkiye'nin bugün ihracat, ucuz emek gücü sömürüsüne dayalı, ihracata dayalı kalkınma anlayışıyla yakından ilgilidir” ifadelerini kullandı.

Mültecilerin emeğinin sömürüldüğünü, bu sömürü düzeyinin aynı şekilde Türkiye işçi sınıfına da uyarlanmaya çalışıldığına dikkat çeken Saraçoğlu, "Türkiye’deki sığınmacı ve mülteci düşmanlığı sadece 'ötekiye' sıradan bir düşmanlık değildir. Bu, Türkiye’deki son 20 yılda yaşanan ideolojik, siyasal ve iktisadi dönüşümlerin yaratığı fay hatlarıyla ve önemli dönüşümlerle kırılmasıyla çok alakalıdır” dedi.

Saraçoğlu, Türkiye’nin Suriye’ye yönelik politikalarına işaret ederek, “Türkiye’nin ideolojik hedefleri var. Türkiye, burada siyasal ve ekonomik nüfusunu artırmaya çalışıyor" diye konuştu.

"HÜKÜMETE YAKIN MEDYA İBREYİ GÖÇMENLERE ÇEVİRDİ"

"Medya ve mülteciler” başlıklı konuşmasıyla Hale Gönültaş söz aldı. Gönültaş, "Göçmen meselesinin Türkiye’de iç siyaset malzemesi olarak kullanılması, çözümün temelinden uzaklaştırılıp göçmenlerin aleyhine bir sonuca götürdüğü biliniyor. Bilinse dahi bunun örneklerini sadece öyle Suriye’deki iç çatışmayla değil, ondan önceki siyasi dönemlerde de yaşadık. Bilindiği halde bu iç siyaset malzemesi olarak kullanılıyor ve bunun tehlikeli sonuçlarını da görüyoruz” dedi ve sözlerine şöyle devam etti:

"İktidara yakın medya kuruluşlarının göçmen konusunu iç siyaset malzemesi yapıldığı, özellikle ekonomik kriz ile ilgili haberleri yapamayan yaygın medya, hükümete yakın medya, ibreyi göçmenlere çevirdi. Şimdi ekonomik krizin nedenleri neler? Bunlar toplumu nasıl ilgilendiriyor? Bireyleri nasıl ilgilendiriyor? Bunları yapamadıkları için sorun olarak göçmenleri buldular ve göçmenler üzerine ibreyi çevirdiler. Hükümete yakın medya haberciliğinde iktidarın söylemini kullanarak habercilik yapıyor. Gazeteciliğin temel kuralları üzerinden habercilik yapılmıyor maalesef."

"MÜLTECİLER SORUNUN KAYNAĞI DEĞİL, MAĞDURU"

“Mültecilerin Gözünden sorunlar ve beklentiler” başlıklı sunumla Taha Elgazi devam etti.

Suriye vatandaşı olduğunu, 2018’de Türkiye vatandaşını olduğunu söyleyen Elgazi, “Aslında mesleğim fizik öğretmeni,  2011 yılında savaş başlamadan önce fizik bölümü'nde yüksek lisans tez yapıyordum, savaş patladı. O dönemler maalesef her şeyi bıraktık, ülke içinde göç ettim. Azez’de gönüllü öğretmenlik  yaptım. 2013’te Türkiye’ye sığındım. İkitelli'de şu an ikamet ediyorum. 2013’ten 2016 yılına kadar 3 yıl hamallık yaptım. Aykosan Sanayi Sitesi'nde bir ayakkabı firmasında. 2016 yılında ABD tarafından kurulan bir projede görev yaptım 2021 yılına kadar, sonra ise işten çıkarttılar. Mülteciler sorunun kaynağı değildir. Sorunun mağdurudur. Bazı siyasi liderler ve medyada yer alan haberlerde mülteciler bir ana sorun olarak gösteriliyor. Şimdi başta ben bir mülteci olarak ben kendi irademle, kendi kararımla gelmedim. Ben üniversitemi, yüksek lisansımı bırakıp buraya gelmedim. Herhangi bir insan kendi iradesi ile çadırlarda yaşayıp hamallık yapar mı? Biz ölümden kaçarak buraya geldik” dedi.

Son dönemlerde ırkçılığın daha da artığına işaret eden Elgazi, ana muhalefet partisinin mültecileri iktidara karşı koz olarak kullanmasına tepki gösterdi.

Elgazi, “Aynı zamanda iktidar da bizi AB’ye karşı kullanıyor. Biz hem soldan hem de sağdan kullanılmaya çalışıyoruz” dedi.

Suriyelilerin evlerinden, iş yerlerinden ve sokaktan alınıp sınır dışı edildiği bilgisini paylaşan Elgazi, buna karşı solcuların sessizliğini eleştirdi.

Elgazi, "Ben solcu olsaydım kendimden utanırdım. Neye solcuyuz? Kadın meselesinde mi solcuyuz? Geçen gün Antep’te yetmiş yaşındaki Leyla Muhammed’e yumruk atıldı. Türkiye’de kadınları ve haklarını savunan onlarca STK var. Bir tanesi ziyaret etti mi? Onun hakkını savunan oldu mu? Olmadı. Neden? Çünkü Suriyeli” diyerek tepki gösterdi.

"TALEPLER BİRLEŞMELİ"

Panelin soru cevap kısmında ilk sözü Emek Partisi Genel Başkanı Ercüment Akdeniz aldı. Akdeniz, böylesi toplantıların öneminden bahsederek, "10 yıllık süreç Türkiye'nin bir laboratuvar ülke olduğunu söylüyor. Bunun mimarı Angela Merkel ve Ahmet Davutoğlu'dur. Erdoğan bütün dünyaya 'Gaziantep sözleşmesi yazalım' dedi. Bu sözleşme aynı zamanda Obama'ya sunulan koordinatlarla beraber geldi. Suriye'nin kuzeyinde mültecilerin toplanacağı bir göçmen cumhuriyeti kurmayı hedefliyorlar. Uluslararası tekeller, Avrupa Birliği yani bu tekellerin birliği, G20'de göç politikaları üretiyorlar. Sendikalar G20'nin altında L20 toplantılarına katılarak oranın bir uzantısı haline gelirlerse bağımsız bir göç politikası üretemezler. Öncelikle sendikaların uluslararası tekellerden koparak ve başka bir dünyayı tahayyül ederek kendi bağımsız siyasetlerini bağımsız göç politikalarını oluşturması gerekiyor" dedi.

Çizilecek mücadele hattına dair konuşan Akdeniz, "Ne zaman ekonomik kriz çanları çalsa faşistler güç kazanmaya başlarlar. Türkiye'de olan da budur. Biz bugün sadece göçmenleri mültecileri savunarak ilerleyemeyiz. Aynı zamanda yoksullaşan emekçi sınıfların taleplerini savunarak ilerlemeliyiz. Mültecilerle aynı tezgahı paylaşan yurttaşların taleplerini birleştirmeliyiz" diye konuştu.

Şoven sol sağ partilerin olduğunu kendilerinin onlardan olmadığını söyleyen Akdeniz, "20 Haziran Dünya Mülteciler günü vesilesiyle birçok parti tutum belgelerini kararlılıklarını göçmenler konusundaki tutarlı çizgilerini ortaya koydular" ifadelerini kullandı.

DİSK Tekstil üyesi bir işçinin "Türkiye Suriye'de bulunduğu topraklar üzerinde ne planlıyor?" sorusuna, Cenk Saraçoğlu şöyle yanıt verdi:

"Mülteciler en başından beri Türkiye'nin Suriye politikasının bir aracı olarak kullanıldı. Burada üç önemli başlık var. İlk başlık Türkiye'nin Ortadoğu'da bir aktör haline gelme hülyasına kapılmıştı. İkinci neden ise Suriye'de Ortadoğu'da yumuşak güç olarak tanımlanan yapıyı oluşturmaktı. Üçüncü neden de ekonomik nedenler. Türkiye piyasasına yeni alanlar açmayı hedefledi. Bugün baktığımızda bu hedeflerin dumura uğradığını ama AKP bu hedefleri tümüyle gerçekleştirememiş olsa da bu hedeflerden alabildiklerini korumaya çalışmakta" diye konuştu.

Söz alan Suriyeli bir katılımcı, "Biz Suriyeli sığınmacılar olarak sol siyasi partiler ve sivil toplum kuruluşlarından memnunuz. Ne kadar toplantı basın açıklaması olursa mültecilerin sorunları o kadar göz önünde olur. Ancak biz hala muhalefet partilerinden ekonomi için bir açıklama görmedik. Ayrıca iktidar binlerce işçiye bilinçli olarak çalışma izni vermedi, maksatları ucuz işçi olarak kullanabilmektir" dedi.

"YOKSULLARIN REKABETİNDE SERMAYE KAZANIYOR"

Sempozyumun ikinci oturumunda “Türkiye işçi sınıfının bir parçası olarak göçmen ve mülteci işçiler, çalışma koşulları ve ortak mücadelenin imkanları” teması altında, DİSK Gıda İş Genel Başkanı Seyit Aslan moderatörlüğünde sunumlar yapıldı.

Panele online bağlantıyla katılan ve “Mülteci işçiler Türkiyeli işçiler için tehdit mi?” sorusu kapsamında sunum yapan Saniye Dedeoğlu, birçok mültecinin kayıt dışı işlerde çalıştığını bulgulayan niteliksel çalışmalar olduğunu, göçmen akını nedeniyle mülteci emeğinin özellikle kayıt dışı sektörde yerli işçilerle büyük bir rekabet aracı olarak kullanıldığına, bununla ücretlerde yarı yarıya azaltma dayatıldığına dikkat çekti.

Dedeoğlu şu tespitleri aktardı:

"Tarım, inşaat, tekstil gibi sektörler bu rekabetin en yaygın yoğun yaşandığı yerlerin başında geliyor. İş piyasasında; özellikle emeğin talep arz göstermediği, yerli işçilerin yapmak istemediği işler buralarda özellikle de göçmen kadınlar üzerinden ağırlıklı olarak göçmenler kullanılıyor, evde bakım işleri gibi. Suriyelilerin gelişiyle beraber yerli emekle ücret rekabeti de yükseldi. Sermaye ve devlet arasında kurulan bir ittifakın sonucu olarak ortaya çıktı bu. Emek sömürüsünün mikro ölçekte belli sektörlerde kendi dinamikleri içinde anlaşılması gerekiyor. Örneğin Türkiye’de mevsimlik tarım işçiliği, toplumdaki en alttaki gruptakilerin o işi belli bir süre yapıp sonra o işi daha alt katmandaki işçilere devretmesiyle açıklayabiliriz. Mevsimlik tarım işçiliği gibi çok enformel bir işe baktığımızda; toplumda en alttakilerin yaptığı bir iş. Toplum içinde yaratılan krizle, o krizin yarattığı kırılgan grupların üstlendiği bir iş. Bir kriz, yerinden edilme ya da aşırı yoksulluk durumunda eline geçen ilk iş diyebiliriz işçilerin. Türkiye’ye Suriyeli mültecilerin gelmesi bu nöbeti birden rekabete çevirdi. Çünkü farklı kırılgan gruplar aynı işi talep etti. Artık hem Urfa’dan gelen Arap işçiler hem Suriyeli işçiler Adana’daki işi talep etmeye başladı. Bu da ücretlerin nasıl düştüğünü de açıklayan bir süreç. Yoksulların rekabeti elbette ki o rekabeti kimin kazanacağı ile de çok ilişkili. Hangi grup kazanıyor? Elbette ki ucuza çalışıyor olmak bu dinamizmin başladığı yer. Sektörün de bir taraftan bu iş gücünü tutmaya yönelik stratejileri var. Ücretlerin çok geç ödenmesi, işçilerin çadır yerlerinde kentlerden çok izole yerlerde bulunması gibi… Yoksulların rekabetinden kim kazanıyor çok iyi biliyoruz. Suriyeliler bu işe girdikten sonra ücretlerin yarı yarıya azaldığını biliyoruz. Tekstil, turizm, tarım Türkiye’nin öncü sektörleri; bu sektörlerle küresel rekabete giriyoruz ve bu emek yoğun sektörlerin temel stratejisi üretimde en kırılgan grupları içermesi. Bu yoksulların rekabetinde sermaye kazanıyor."

BÖLÜŞÜM ŞOKU VEYA SERVET TRANSFERİ

Bu sunumun ardından Akademisyen Sibel Karadağ, "Mültecilerin çalışma koşulları ve pratikleri" başlığı ile konuştu.

2015 yılının Türkiye tarihinde hem iktisadi hem siyasi anlamda bir köşe taşı olduğunu belirten Sibel Karadağ, "Pek çok şeyin yaşandığı bir dönem. Haziran 2015 yılında AKP ilk seçim yenilgisini aldı ve 1 Kasım sürecine giden dönemde Türkiye’den AB’ye olan büyük göç hareketinin de yaşandığı uzun bir yaz dönemi idi. Ne tesadüftür ki aynı döneme denk geldi. Bu uzun yazın ardından yeni bir siyasi rejim kuruldu. Bir milyon Suriyeli AB’ye geçerken buna yakın göçmen de Türkiye’ye geldi. Yeni rejim o zamandan bugüne hem baskı sürecini artırdı hem de referandum ve seçim sarmalına girdi" dedi.

İhracata dayalı ekonomi modelinin bu yeni rejim tarafından o dönemde kuvvetlendirildiğini belirten Karadağ, "Bakan Nebati’nin söylediği gibi o zamandan bu zamana üretimi ve büyümeyi tercih etti yeni rejim. O zaman beri de üretici firmalar kâr ediyor. Yani Türkiye büyüyor. Peki biz ne yaşıyoruz? Eleştirel iktisatçılara göre iktisadi tanımı gereği yaşadığımız bir ekonomik kriz değil, bölüşüm şoku. 2016’dan bu yana Türkiye ortalama yüzde 4’lük bir büyüme grafiği çiziyor. Ancak mesele şu ki aynı yıllarda 2016-2022 yılları arasında bütün ücretli kesimin milli gelirden aldığı pay düşüyor. Tamda bu yüzden eleştirel iktisatçılar, bu sürece bölüşüm şoku diyor. Ya da servet transferi demesinin sebebi bu. Ülke tarihinde ilk defa bu denli emek sınıfının milli gelirden aldığı pay bu kadar düşmüş durumda. Aynı zamanda bu bir toplumsal bunalımın, çok hızlı bir şekilde yoksullaşmaya ve bunalıma sürüklendiği bir süreç. Bu ihracata dayalı büyüyen sektörler; silah, inşaat, tekstile sırtını dayamış durumda. Tekstil’de toplam 60 milyar dolarlık bir gelire sahip. Ve büyük firmalar Çin’den Türkiye’ye kaydırmış durumda üretimini" diye konuştu.

"MÜLTECİ YAŞAM FORMU YERLİ NÜFUSA DOĞRU GENİŞLEMİŞ DURUMDA"

Bu büyük bölüşüm şokunun yaşandığı dönemde sığınmacı sayısının milyonlara varmış olmasının tesadüfi olmadığını belirten Karadağ, şu tespitleri aktardı:

"2018 yılına kadar en ucuz iş gücü Suriyelilerdi. Suriyelilerin kendi içerisinde geçici statülerinin olmasıyla kendi içlerinde direngenliklerini kurmaya başlamalarıyla işverenler gözünü Suriyeliden Afganlara, Pakistanlılara çevirmiş oldu. İş gücü piyasasında hukuki olarak varlığının tanınmadığı, kayda geçmediği emek gücü istediler. Ağır beden emeği gerektiren işlerde çalışan ve özellikle ihracata dayalı istihdam alanlarında çalışıyor bugün mülteci işçiler. Vatandaşlığı olmayan o coğrafyada geçici olarak duran daha da altı legal statüsü olmayan bir işçinin ücreti nasıl belirlenir peki? Henüz verilebilmiş bir cevap yok. Yaşamının kaydı dahi olmayan bir insanın ücreti, ertesi gün yine işe gelebileceği, hayatta kalabileceği kadar bir forma çekiyorlar onu. Kullan-at emeği bu. Elden çıkarılabilir, belli bir süre kullanılan legal statüsü olmayan vatandaş olmayan emek demek. Kalifiyelik derecesi farklılaşsa da yerinden edilen nüfus gittiği coğrafyada en ucuz işçi tabanını oluşturuyor bütün dünyada. Bu çağdaş köleliği, emek piyasalarında yeni bir laboratuvar. Önce mültecilerin üzerinde, sonra vatandaşın üzerinde denenen bir çalışma sistemi.  Bu mekanizma 6 yıllık çok hızlı faaliyete sokulan, çok kuvvetli bir hiper sömürü sistemiyle mümkün oldu. Milyonlarca göçmen emeği de tam da bu zamanda devreye sokuldu. Bir yandan böylesine hiper sömürü ağında mülteciler bir laboratuvar olarak kullanılırken, bir yandan bu bölüşüm şokuyla vatandaş bu mülteci yaşam standardına indirgenmiş oldu. Artık mülteci yaşam formu yerli nüfusa doğru genişlemiş durumda. Bu aynı zamanda bir toplumsal şok. Ne yazık ki insanlık, sadece Türkiye’de değil dünyanın her yerinde bu şoka çok hazırlıksız. Artık önümüzde gıda krizi, iklim krizi, kuraklık bizi bekliyor. Bizim elimizdeyse bu yeni sosyal olguya karşı hiçbir hazırlık yok. Vatandaş olmayanı da içerecek bir dayanışma nasıl yaratılabilir stratejisini bilmiyoruz” dedi.

İŞYERLERİNDE ORTAK MÜCADELE

Sempozyumda, Selmin Kaşka'nın “Ortak mücadele olanakları” başlıklı sunumuna geçildi. Göçmen emeğinin yoğun olarak kullanıldığı işkollarında dayatılan örgütsüzlüğe dikkat çeken ve sendikalara bu alanda düşen sorumlulukları hatırlatan Kaşka'nın sunumu şu şekilde:

“Türkiye’de göçmenlerin kendi aralarında örgütlenme dayanışma mekanizmalarını görüyoruz ama bir kolektif özne değiller. Çünkü böyle bir olanakları yok; vatandaş değiller, hakları yok, düzensiz ya da ikamet izni olduğu halde çalışma izni olmayan yani yarı düzensiz dediğimiz işçiler var. Polisten korkusu olmayan, korkusu olmayan mültecilerin bu örgütlenme içinde bir özne olduğunu görüyoruz. İyi kötü bir şekilde Suriyeli mültecilerin geçici koruma statüleri var ama Türkiye dünyanın çok çeşitli ülkesinde göçmen aldı ve bunların çoğunluğu düzensiz göçmen. Türkiye’de sendikalar mülteciler için ne yaptı? Bugün çalışma izni olan, sendikalar içinde kaç üye var? Göçmenlerin kayıt olmaları, kayıtlı olduktan sonra sendikalı olması çok zor. Türkiye 90’lardan beri esas olarak düzensiz göç alıyor. Bunlar önünde sonunda emek göçü oluyor. Ancak sendika ve göçmen ilişkisi hiçbir zaman çok önemli bir konu olmadı. Göçmenler de sendikaların gündeminde değil ağırlıklı olarak. Yani göçmenleri görmezden gelenlerin bir kısmının da sendikalar olduğunu görüyoruz. Suriye göçüne kadar Türkiye düzensiz göçle mücadele ve düzensiz göçü yönetme politikası güttü. Devlet, sendikalar, akademi, kamuoyu hazırlıklı olmalı. Sendikaların göçmenleri örgütleyememesi ya da sendikalara mültecilerin dahil olmaması, dil problemi, vasıfsız emek olmaları, yerli işçilerden izole olmaları ve yasal konumları nedeniyle…

Sendika göçmen ilişkisi nasıl kurulur bunun üzerinde durmamız gerekiyor. Dolayısıyla düzensiz göçün bizzat kendisinin sebeplerini izah edebiliyoruz ama yine de yapılması gerekilenler var. Kayıt dışı çalışan göçmenlere sendikaların erişmesi zor ama kayıtlı olamıyorsa ne yapacaklar? Doğrudan sendika üyesi olmasa da danışma masaları kurarak mültecilerle yan yana gelen sendikaların örnekleri dünyada var. Çalışma izni meselesi sendikaların aktörü olmasını gerektirir. Türkiye’deki sendikaların ve göç çalışanların yaratıcı formüller üzerine düşünmeleri gerekir. Sendikaların düzensiz ve geçici koruma altında olup kayıt dışı çalışan göçmenleri gündemlerine almalı. Temas nasıl kurulur, bunu sağlamalı. Uluslararası sendikalarla, diğer ülkelerdeki sendikalarla ilişki kurulabilir. Mücadele etmeli, yeni yollar bulmalıyız.”

"ÇALIŞMA İZNİ ÇIKARILSIN İSTİYORUZ"

Sempozyumda söz alan mülteci işçilerden Adem Maarastawi, mülteci işçilerin işyerlerindeki çalışma koşullarını ve beklentilerini anlattı:

“Çalışma izni göçmenlerin en büyük sıkıntısı. Bunu hâlâ çözemedik. Çalışma izni almak için çok zor bir süreç geçirilmesi gerekiyor o da işveren kabul ederse ki çoğu işveren kabul etmiyor kabul etse de pek çok şart koyuyor. Bazıları diyor ki ben sigortanı yatıracağım ama sen bana bu yatırdığım sigortanın ücretini geri vereceksin diyor. Hangi hakla? İnsanlar çalışma izni alana kadar evden çıkmaktan korkuyor. Bir arkadaşımız çalışma izni olmadığı için çıkamıyordu hastaneye gitmek için çıktı ve yakalandı. Sınırı dışı edildi ve ertesi gün çalışma izni çıktı. Ama çoktan sınır dışı edilmişti, şimdi bir kampta oturuyor.

Bir diğer problemimiz sağlık. 2022 yılının ilk 5 ayında 38 göçmen işçi hayatını kaybetti. Bunlar sadece bir rakam olabilir. Ama bu rakamların ardında can var. Bir diğer problemimiz ise ırkçılık. İstenmeyen Suriyeliler, istenmeyen Afganlar… Normalde işte çalışırken anlaşıyor ama ırkçılık öyle bir boyuta geliyor ki birbirlerini döver noktaya geliyor. Göçmen işçi daha ne olduğunu anlamadan dayak yemiş oluyor. Bir başka sorunumuz ise seyahat izni. İşçi dediğimiz sadece bir yerde çalışan değil. Ben taşımacılık sektöründe çalışıyorum şehir dışına çıkmam gerekiyor ama çıkamıyorum. Bu yüzden işten çıkarılabilirim. Zaten iş bulmak zor. Şehirler içinde bile dolaşamıyoruz. Herhangi bir denetime yakalanırsak sınır dışı ediliyoruz. Maaşlarımız zaten büyük sorun, asgari ücret altında ücret alan çok.  Zam istediklerinde de işten çıkarılıyor ve savunacak kimseleri de yok. Çalışma imkanı verelim ki bu insanlar yaşasın. Göçmenler dil sorunu yaşıyorlar. Türkçe bilmeyen göçmen sokakta rahatça Arapça konuşamıyor. Bu topraklar farklı kültürler diller var oysa. İşçiler arasında çalışma izni alanlar da 5 yıl süresi dolunca vatandaşlık süresi doluyor bazıları vatandaşlık alınca sıfırdan başlamış gibi oluyor. Daha önce hiç çalışmamış gibi görülüyor sigortası komple siliniyor. Onun haricinde çalışma saatleri, fazla mesai yapmak zorunda kalıyor. Aslında fazla mesai de istiyor daha çok kazanmak ailesine para göndermek için. Ama bazıları da yapmak zorunda kalıyor, işten atılmayla tehdit ediliyor. Tazminat hakkımız da yok. Ücretlerimiz az verildiği gibi genellikle de geç veriliyor. Bazı arkadaşlarımız kimi çalıştığı firmalardan ücretlerini hiç alamadı bile. Ben 1,5 yıl önce çıktığım bir firmadan hala içeride kalan ücretlerimi alamadım mesela. Göçmenler de sürekli borç almak zorunda kalıyorlar. Ek iş yapmak zorunda kalıyorlar. Tatil günlerimiz olmuyor. Suriye’de durumlar çok zor olduğu, can güvenliğimiz olmadığı için oraya da dönmek istemiyoruz. Geçici koruma statüsündekilerin çalışma izni çıkarılsın istiyoruz. İşçi hakları eşit olsun, işçi sağlığı ve güvenliği sağlansın istiyoruz. İşçiler istismar edilmesin. Irkçılığa karşı çalışmalar yapılsın istiyoruz.”

"EMEKLİLİĞİ, YAN HAKLARI OLMAYAN ÇALIŞMA KOŞULLARI"

“Mülteciler ve bir arada yaşamanın koşulları” başlıklı üçüncü oturumun moderatörlüğünü İstanbul Kent Konseyi’nden Özlem Yalçınkaya gerçekleştirdi. Oturum, Doç. Dr. Nur Banu Kavaklı’nın “Bir arada yaşamanın koşulları ve kültürel boyutu” başlıklı sunumuyla başladı. İstanbul'daki yerel nüfusun Suriye’deki geçici koruma altındaki kişilere nasıl baktıklarını, nasıl bir algı var” sorusuna yanıt için yola çıktıklarını söyleyen Kavaklı, “Ne gibi kaygılar oluştuğunu, birlikte yaşamın temellerini zedeleyen ne gibi algılar olduğunu görmeye çalıştık ve aslında üç temel alan çıktı karşımıza. Bunlardan bir tanesi bugün belki daha da yakıcı hale gelmiş olan ekonomik koşullar, ekonomik kaygılar, yani Suriyelilerin istihdama katılımıyla birlikte yaşanacak olan işsizliğin artması gibi ücretlerin düşmesi gibi bir kaygı vardı. Bir diğer kaygı ise güvenliğe dairdi. Bir diğer alan da kültürel uyumsuzluk. Kentler aslında konumu itibariyle karşılaşma alanlarıdır. Yani farklı grupların bir araya gelmesi gereken yerlerdir zaten kentler. O karşılaşmalar olmadıkça sadece algılar üzerinden bir değerlendirme yapıldığında kaygının ve olumsuz tutumun daha yüksek olduğunu gördük yani. Bu algı ve tutumlara temel teşkil eden verinin, çok büyük oranda yanlı, yanlış ve eksik medya ve sosyal medya paylaşımlarında dayanmasıydı.

“Bizim ülkemizin tutarlı, istikrarlı, belirli bir plana göre uygulanmakta olan bir göçmen ve mülteci politikası yok” diyen Kavaklı, “Bunun olmaması zaten en başından işleri çok zorlaştırıyor. Çünkü hâlâ geçici koruma statüsünden bahsediliyor artık. Şimdi neredeyse 10 senedir geçici koruma statüsü altında. Her göç, her insan hareketliliği içinde kalıcılığı barındırır. Aslında kalıcı olacağına dair durumlardan biriydi. Yani siz milyonlarca insana oturum izni verip çalışma izni vermediğinizde aslında onları dolaylı olarak kölelik koşullarına, hiçbir geleceğini garanti altına almayan haklarını garanti altına almayan koşullarda bir yedek işçi ordusu haline getirdiğiniz ifade etmiş oluyorsunuz. Emekliliği, yan hakları olmayan çalışma koşulları ne demektir? Ölene kadar çalışmak durumunda olmak demektir”

Suriyeli hanelerle yaptığı görüşmelerde gündelik hayatın nasıl olduğuna dair konuşmak için bir araya geldiğini söyleyen Kavaklı, “Kadınlar için bu süreç çok farklı. Hayat çok kısıtlı, sınırlı, ev merkezli. Ben 23 hanede 30’a yakın kadınla konuştum. Herhangi bir şekilde kenti gezme amaçlı deneyimleyen kimse yoktu. Kadınların ev dışındaki faaliyetleri eğer İstanbul'un çeşitli yerlerinde yaşayan yakınları varsa onlara ev ziyaretleri yapmak, hastaneye gitmek, varsa çocuğunu okula götürmekten ibaret” dedi.

MÜLTECİ KADIN ANLATTI: AYRIMCILIĞA UĞRUYORUZ

Mülteci kadınlardan Bana, deneyimlerine dair şunları anlattı:

“Biz burada Suriyeli kadınlar olarak ekonomik sıkıntılar için gelmedik. Orada yaşadığımız sıkıntılar karşısında, haksızlığa uğradığımız, rejimin bize yaşattığı sıkıntılar, keyfi tutuklamalara, istismara karşı buraya gelmek zorunda kaldık. Bütün bu sıkıntılardan dolayı hayatımızı devam ettirmek için buraya geldik. Çalışan kadınlarla ilgili sıkıntıları söylemek gerekirse, kadınlar erkeklerden daha düşük ücret alıyor ve çok kısıtlı sektörlerde iş veriliyor.

Örneğin en çok hizmetçilik alanında... Erkeklerin daha fazla iş bulma imkanı var. Erkeklere daha ağır iş verebildikleri için kadınlar daha şanssız. Kadınlar yaşadığı iş yerlerinde tacize uğruyor işverenler ve çalışan erkek işçiler tarafından. Bizim oturduğumuz yerde çalışan bir işçi kadın ücretlerinin artırılması için patronla gidip konuştuğunda, patronu onu “evime gel yerleş ben sana bakarım” diye taciz etti.

Başka bir örnek vereyim; boşanmış ve eşi olmayan kadınlar daha fazla tacize maruz kalıyorlar. Çocuk sahibi olan kadınlar çocuklarını bırakıp işine gitmesi ya da işini bırakıp çocuklarına bakmak zorunda kalıyorlar. Türk vatandaşı biriyle imam nikahıyla evlenen kadınlar da korkuyla yaşıyorlar. Her an sokağa atılma tehlikesiyle karşı karşıya ve bu erkeklerin kararına bağlı kalıyor.

Bazı kadınlar polisler tarafından taciz ediliyor. Geçen yıl bir Suriyeli kadın karakolda polis tarafından tecavüze uğradı. Bazı kadınlar kapalı giyindiği için terörist olmakla suçlanıyorlar. Bunun haricinde keyfi tutuklamalar oluyor. Irkçılığı her yerde görüyoruz. Sözlü olarak ya da fiziksel olarak şiddet görüyoruz. Bu şiddet ve linç Suriyeliler üzerinde baskı yaratıyor. Toplumdan dışlama bu linçlerle beraber artıyor.

Oysa kötülük yapan bir Suriyeli tüm Suriyelileri temsil etmiyor. Bu tablo karşısında Suriyeli kadınlar ne yapacaklarını bilmiyorlar. Özellikle kadınlara ait olan kendi oturdukları evlerden kendileri taşınamıyorlar, kadın tek başına görüldüğü zaman ev kiralayamıyor ve tacize uğruyor. Hastanelerde, özellikle doğum yaptıklarında Suriyeli kadınlar ırkçılıkla karşı karşıya kalıyor. Irkçılığa iktidar müsaade ediyor. Suriyelilerin aldığı yardım, aslında Türk devletinden değil, AB’den gelen fonlarla sağlanıyor ama başka türlü propaganda ediliyor. Jandarma, polis tarafından yapılan saldırılara sessiz kalınıyor.

Kimin yaptığı saklı kalıyor. Biz kadınlar olarak erkeklerle eşit ücret almak, göçmen ve Türk kadınların birlik olmasını, iş eğitiminin kadınlara da verilmesini, çocuk sahibi kadınlar için kreş, Suriyeli kadınları taciz edenlerin yargılanmasını ve ırkçılığın durdurulmasını istiyoruz”

"TALEPLERİN ORTAKLAŞMASI GEREK"

“Sınıf olarak bir arada yaşama ve dayanışma” başlığıyla sunum yapan Erhan Keleşoğlu ise şunları söyledi:

“İçinde olduğumuz rejim bir belirsizlik rejimi. Mülteci haklarının tanınmasını, istismarın son bulmasını istiyoruz. Genel olarak haklara yönelik bir taarruz söz konusu. Mültecilerin yaşadığı sorunlarla yerli halkın yaşadığı sorunlar ortaklaştı. Dolayısıyla taleplerin de ortaklaşması gerekir.

İşçi sınıfı kendi kendini inşa eden bir sınıf.  Türkiye işçi sınıfı içerisinde mültecileri görüyorsak yapılması gereken belli, birlikte hareket etmektir. DİSK’e de bu anlamda büyük görev düşüyor. DİSK Tekstil ile beraber sahada bir çalışma yürütüyoruz. Çocuk işçiliğini de ödenemeyen maaşları da iş güvenliğinin olmadığı ortamları da gördük.

DİSK 6356 yasasının ilga edilmesi gerektiğini söylemelidir. Barajın ortadan kaldırılması gerekir. Bu Türkiye işçi sınıfına giydirilmiş bir deli gömleğidir. Bu deli gömleğini artık yırtıp atmaya ihtiyacımız var. Eğer bu deli gömleğini yırtıp atamazsak mülteciler ile bir arada örgütlenmemiz de mümkün olmayacak. Göçmenlerin mültecilerin sendikal hareket içerisinde yer almaları Türkiyeli bir işçiye göre kat be kat riskli ama bu rağmen örnekler var. Bunu yaygınlaştırmak gerekiyor örneklerini artırmak gerekiyor.

Türkiye siyasetinin fay hatları maalesef işyerlerinde belli önyargıları beraberinde getiriyor. Bunlar örgütlenmenin de önünde engel oluyor. Karamsar da olmamak gerekiyor işçiler bir kere bir arada bir eyleme girdiğinde o kadar hızlı değişip dönüşüyorlar ki.”

Kaynak: Evrensel