VU Amsterdam Üniversitesi’nde uluslararası sağlık sistemleri ve politikaları, küresel sağlık konularında çalışmalar yapan Dr. Tomris Cesuroğlu, “Türkiye’nin kendi içinde tutarlı bir pandemi yönetim politikası yok, hiç olmadı” dedi. 

Pandeminin  günübirlik kararlarla, geleceği düşünmeden, planlamadan, günü kurtaracak şekilde yönetildiğini söyleyen Cesuroğlu, “Corona virüsünün yayılımının arttığı yüksek riskli kış aylarına toplumun sadece yarısı (yüzde 55’i) tam aşılanmış bir şekilde giriyoruz. Bu oran çok ama çok düşük. Kış döneminde bu ciddi bir risk. Ülkenin aşılama kapasitesinin sadece yüzde onu kullanılıyor” eleştirisi yaptı.

Tomris Cesuroğlu Diken'den Mesude Erşan'ın sorularını yanıtladı.

Musude Erşan'ın Cesuroğlu ileropörtajı şöyle:

Sürekli varyant geliştiren bir virüsle karşı karşıyayız. En yenisi omicron. Yeni varyantlar engellenebilir mi? 

Sadece Covid-19 değil, tüm virüsler insandan insana ne kadar çok yayılırsa, mutasyona uğrama ihtimali o kadar artar. Bu durumda, bizleri etkileyecek ciddi varyantların ortaya çıkma ihtimali de o kadar yükselir. Aşılama, kapalı ortamlarda maske, havalandırma, belirtileri olanların test yaptırması, pozitif ve temaslı olanların izolasyonu ve karantinası gibi önlemlerle virüsün yayımını ne kadar azaltırsak, yeni mutasyonlar ve endişe verici varyantların ortaya çıkması ihtimalini o kadar azaltmış oluruz. Burada özellikle küresel düzeyde aşı hakkaniyeti çok önemli bir kavram. Zengin ülkeler aşıları tekellerinde tutarak kendi nüfuslarını korumaya odaklanıp virüsün orta ve düşük gelir düzeyinden ülkelerde yayılımına izin verdiği sürece bu tür varyantlar tüm dünyayı etkilemeye devam edecek.

Varyantlar nasıl yakalanıyor? 

Dünyada birçok ülke tespit ettiği Covid-19 vakalarından bazılarını rastgele örneklemle seçiyor ve bunlardan elde ettiği virüslerin genom dizilimi yapılıyor. Dizilimde değişik tespit ederse Dünya Sağlık Örgütü’ne ve uluslararası bilim camiasına raporluyor. Omicron da Güney Afrika ve Botswana’da tespit edildi. Bu ülkelerin kişi başına düşen gayri safi milli hasılası Türkiye’den düşük. Ama virüs genomunu düzenli olarak dizileyerek varyantları takip ediyorlar, uluslararası olarak raporluyorlar. Türkiye’de seçilen örneklemlerde virüs genomu dizileniyor mu, hangi sıklıkta yapılıyor, yapılıyorsa sonuçları neler, bununla ilgili hiçbir bilgi yok elimizde. Türkiye’yi Avrupa ile değil, Afrika ile karşılaştırdığımızda dahi salgın yönetimi açısından durumu pek parlak değil.

Türkiye’nin bir buçuk yıllık pandemi yönetimini değerlendirir misiniz? 

Türkiye’de bütünlüklü, iyi planlanmış, öncelikleri net ortaya konmuş bir salgın yönetimi stratejisi ne yazık ki yok. 1,5 yıldır pandemiyi günübirlik kararlarla, geleceği düşünmeden, planlamadan, bugünü kurtaracak şekilde yönetiyorlar. Salgın ilerledikçe, önceki aşamalarda yapılan hataların bedelini misliyle ödüyoruz. 

Pandeminin başında iyi yönetildiği algısı verilmeye çalışıldı. Oradan nasıl görünüyor?

Türkiye, koruyucu sağlık hizmetleri ve birinci basamağı büyük oranda ihmal etti. Salgının başından beri toplumsal uygulamalarla, hastalığın yayılımının sınırlanması ve önlenmesinden ziyade tedaviye odaklanıldı. Özellikle ilk dönemlerde virüsün topluma hızla yayılmasına karşı hiçbir önlem alınmadı. Filyasyon kısa sürede ‘evlere ilaç dağıtım sistemine’ dönüştü. 

Geçtiğimiz yıl aşı seçimi ile ilgili olarak çok ciddi bir hata yapıldı. İnaktif bir aşı olduğu için yaşlılarda koruyuculuğunun sınırlı olacağını zaten bildiğimiz bir aşıya, Sinovac’a bel bağlandı.  Yaşlılarımız bununla aşılandı. O dönemde halk bu aşıya tereddüt geliştirmesin diye mRNA aşıları (Biontech), ‘güvenli mi bilmiyoruz’ algısı yaratılarak kötülendi. Delta varyantı ve aşının üzerinden geçen zamanın da etkisi ile sadece Sinovac olmuş 65 yaş üstü kişiler şu anda ciddi bir hastalık riski altında. Ancak yaratılan algı nedeniyle bu durumdaki neredeyse 3 milyon kişi etkili bir aşı ile üçüncü dozunu olmadı. Kış döneminde bu çok ciddi bir risk.

Gecikmeli de olsa Türkiye’ye Biontech aşısı geldi ve yaz başında tedarik sorunu ortadan kalkmıştı. Ancak pandemi yönetiminde yapılan hatalar halkın aşılama hizmetlerine başvurusunun düşük olmasına yol açtı. Pandemi samimi bir ‘güven’ yerine ‘korku’ duygusu aşılanarak yönetilmeye çalışıldı. Aşılamada etkili iletişim kampanyaları düzenlenmedi, aksine aşı karşıtı propagandalara izin verildi. Hem toplumdaki genel güvensizlik ortamı, hem de pandemi yönetimi süresince yapılan derin hatalar halkta güvensizlik oluşmasına sebep oldu ve geldiğimiz noktada toplumun sadece yarısı etkili bir aşı ile tam aşılanmış durumda. Ülkenin aşılama kapasitesinin sadece yüzde 10’u kullanılıyor.  

Pandeminin iyi yönetildiğini söylemek için hangi parametrelere bakarsınız? 

Bir numaralı parametremiz, ölüm sayıları, ikincisi ise Covid-19 vaka yükü nedeniyle sağlık hizmetlerinin ne kadar baskı altında kaldığı. Ancak Türkiye’de açıklanan resmi ölüm sayılarının ve yoğun bakım doluluk oranlarının gerçeği yansıtmadığının tüm bilim insanları farkında. ‘Başarı hikayesi yazma’ sevdası ile salgının başından beri veriler az ya da çok manipüle edildi. Bilimsel standartlara uygun ve anlaşılır bir şekilde uzmanlar ve toplumla paylaşılmadı, epidemiyolojik raporlama yapılmadı. Bakanlığın açıkladığı Covid- 19 vakası ve ölüm sayılarına artık güven kalmadı. Örneğin biz, uluslararası karşılaştırmalı araştırmalara Türkiye’yi alamıyoruz. Çünkü hem yeterli ayrıntıda, örneğin yaşa, cinsiyete, hastalıklara göre vb. dağılımı gösteren verisi yok, hem de var olan veriye güvenemiyoruz. Türkiye’de salgının seyrini toplumdaki ölüm sayılarının geçmiş yıllar ile karşılaştırılması ile hesaplanan fazladan ölümler ve sahadan hastanelerdeki yoğunluk oranları konusunda gelen haberlerle izliyoruz.

Türk Tabipleri Birliği (TTB) Pandemi Çalışma Grubu ve Halk Sağlığı Kolu’nun fazladan ölümler üzerine yaptığı hesaplar, Türkiye’deki Covid-19’a bağlı ölümlerin resmi rakamın en az 2-3 katı olduğunu gösteriyor. Bunun üzerine tabii bir de ekonomik kriz ve ertelenmiş sağlık hizmetleri eklendi. Özellikle dar gelirli kesimde ciddi bir hastalık yükü ve artmış ölümler var. Sosyoekonomik düzeyi yüksek kesim pek etkilenmediği için bu durum ne yazık ki görünmüyor, gündeme gelmiyor. Bu çok acı.

Dezavantajlı gruplar korunabildi mi?

Üçüncü parametremiz de salgının ve aldığımız önlemlerin incinebilir ve dezavantajlı kesimleri olan çocuklar, gençler, yaşlılar, kadınlar, işçileri, dar gelirliler gibi grupları ne kadar koruduğu. Türkiye’nin bu konudaki performansı ne yazık ki içler acısı. Bu kesimler pandemi yönetiminde ilk feda edilenler oldu. Kim en güçlüyse, kimin lobisi bastırırsa onu kayıran bir yaklaşımla yönetildi pandemi. Okullarını, özellikle de ilkokulları 1,5 yıl kapalı tutarak bu konuda da ne yazık ki dünya şampiyonluğuna oynadık. Bunun bedelini, zeka gelişimindeki kayıplar, ruh sağlığında bozulma, artan kronik hastalık yükü ve ekonomik daralma ile önümüzdeki 10-20 sene boyunca ağır bir şekilde ödeyeceğiz. 

Avrupa ülkeleri ile karşılaştırma yapacak olursanız Türkiye nerede? 

Türkiye ne yazık ki karşılaştırmada Avrupa ülkeleri ile aynı yerde yer alamaz. Çünkü temel nitelikleri taşıyan epidemiyolojik raporlama yapılmıyor. Yani veri yok. O yüzden, uluslararası karşılaştırmalı araştırmalara Türkiye’yi alamıyoruz.  

Türkiye ve Avrupa arasında salgın yönetimi açısından en büyük fark, karar alma mekanizmalarında. Türkiye’de akılcı, vicdanlı ve şeffaf bir karar alma mekanizması yok. Avrupa’da ise alınan kararların hangi verilere ve yaklaşıma dayandığı net. Bunun üzerinden toplumda, bilim insanları ve halkı da kapsayan bir tartışma yürütülebiliyor. Ayrıca, kararların incinebilir kesimleri korumasına çok ama çok önem veriliyor. Örneğin ilkokullar 2020-2021 öğretim yılında Avrupa ülkelerinde sadece çok kısa bir dönem, ortalama dört hafta kadar kapalı kaldı. Bunun sebebi orada okulların daha iyi imkanlara sahip olması değildi. Çoğu Avrupa ülkesinde ilkokulda maske takılmadı, şehirlerde sınıf mevcutları 25-30 civarındaydı. Sınıflar pencereler elle açılarak havalandırıldı. Okullar imkanları elverdiği için değil, çocuklara, gençlere ve onların sağlığına ve esenliğine önem verildiği için, eğitim değerli olduğu için açık tutuldu.  

Şu anda ‘pandemiyi iyi yönetiyor’ diyebileceğiniz ülke ya da ülkeler hangileri?

Pandemi bir maraton. 1,5 yılda farklı aşamalardan geçti. Tüm aşamalarda her şeyi doğru yaptı diyebileceğimiz bir ülke yok. Özellikle ilk dönemde ülkeler en güçlü kasları neyse, ona oynadılar. Örneğin, birinci basamağı güçlü olan İngiltere, Kanada gibi ülkeler aile hekimliği sistemini kullandılar. Güçlü halk sağlığı geleneği olan Vietnam, Singapur gibi ülkeler de etkili bir sürveyans (gözlem) ve temas takibi yaparak vakaların yayılımını uzun süre engellediler. Sağlık sistemi oldukça zayıf ama teknolojik olarak gelişmiş Amerika ise bir an önce aşı ve tedavi bulmaya odaklandı. Araştırma merkezleri ve firmalara milyarlarca dolar hibe sağladı. Türkiye de Amerika gibi ne yazık ki sağlık sistemi zayıf bir ülke. Ancak güçlü olduğu bir konu var; hastanelerdeki tanı ve tedavi hizmetleri ve adanmış sağlık insan gücü. Türkiye hastanelerine ve sağlık çalışanlarına güvenerek virüsün sahada yayılımını sınırlayacak önlemler almadı. Hastalığı hastanelerinde karşıladı. Yani salgın yönetimsizliğinin sonucu sağlık çalışanlarının omuzlarına yüklendi.

Avrupa veya dünya ülkeleri de bazı yanlışlar yaptı aslında. Nedir bunlar?

Ülkeleri birbiriyle karşılaştırırken bunu kendi koydukları hedeflere göre yapmak gerekir. 

Covid-19’u SARS gibi yönetmek gerektiğini düşünen ülkeler Covid’in yok edilebileceğini düşünerek ‘sıfır Covid’ hedefini koydular. Örneğin Avustralya ve Yeni Zelanda. Az sayıda vakada dahi sokağa çıkma sınırlamaları uyguladılar. Bu ülkelerde toplamda vaka sayısı sınırlanmış olsa da pandemi yorgunluğu had safhaya ulaştı. Sokağa çıkma sınırlamalarının yarattığı tali hasarlar özellikle çocuk ve gençlerde ciddi bir ruh sağlığı pandemisine yol açtı. Bu sorun ne yazık ki tüm dünyada var ama en sınırlayıcı, en ağır önlemleri alan, okulları en fazla kapalı tutan ülkelerde daha fazla. 

Diğer uçta, COVID-19’un 2009’daki grip pandemisi gibi yönetilmesi gerektiğini düşünen ülkeler vardı. Bunların başında İngiltere ve Hollanda geliyor. Virüsün hiçbir zaman yok edilemeyeceğini, eliminasyonun mümkün olmadığını düşünen bu ülkeler yayılımı sınırlama, hatta zamana yayarak kontrollü yayılıma izin verme yaklaşımını izlediler. Sadece hastaneler dolmaya başlayınca, sağlık hizmetleri kitlenmesin diye toplumsal kısıtlamalara başvurdular. Onun dışında yüksek vaka sayılarında harekete geçmeye pek lüzum görmediler.

Bu ikisinin arasında ise Almanya gibi ülkeler var. Almanya ‘sıfır Covid’ hedeflememekle birlikte, vaka sayıları arttığında hemen harekete geçerek önlemleri sıkılaştırdı. Hastanelerin dolmasını beklemedi. Bunda Merkel yönetiminin pandemi yönetimini çok ciddiye almasının, ekonomi vb. gibi konulara karşı insan hayatını öncelemesinin büyük rolü var.

Bir de Brezilya, Hindistan, Türkiye gibi pandemi yönetiminde net politikası olmayan, başta haftalar süren sokağa çıkma yasakları gibi aşırı sınırlamalar getirmişken daha sonraları aşırı gevşek davranan, aşılamaya yeterli önem vermeyen, akılcı, vicdanlı ve şeffaf bir yaklaşım izlemeyen, çoğu zaman da ekonomiyi önceleyen ülkeler var. 

Hızlı testler hala uygulanmıyor. PCR ise tarama amaçlı kullanılıyor…

Testlerle ilgili en büyük sorunumuz, belirti gösteren herkese yapılmaması. 1,5 sene oldu, hala hangi belirtilerde test yapılması gerektiği konusu toplum ve sağlık çalışanlarında net değil. PCR testi gerektiren belirtiler yüksek ateş (>38o), öksürük, burun akıntısı, boğaz ağrısı, nefes darlığı ve tat veya koku duyusu kaybı olarak net bir şekilde ifade edilmeli ve halk ile etkili bir şekilde iletişimi yapılmalı. Covid-19 testi yaptırmak için doktor istemi olmasına gerek kalmamalı. Hastaneler, AVM’ler parklar, şehir meydanları, ana caddeler gibi insanların sık gittiği yerlerde PCR testleri için örneklerin muayene sırası beklemeden alınabileceği istasyonlar kurulmalı.

Hızlı antijen testleri bir an önce ülkemizde hizmet sokulmalı. Özellikle yüksek riskli ortamlarda çalışanlara ücretsiz kullanma olanağı sunulmalı ve belirtisi olmayan kişilerde tarama amaçlı kullanılması teşvik edilmeli. Bu testlerin eczanelerde satılması ve dileyen kişilerin satın alarak kullanması olanağı da sunulmalı. 

Hızlı antijen testleri özellikle eğitimin devamlılığı için çok kıymetli. Yakın temaslı öğrencilere her gün test yapılırsa testi negatif olanlar okula devam edebilir. Hızlı testler ayrıca hafif üst solunum yolu belirtileri ile okula gönderilen çocuklara da okulda ücretsiz uygulanabilmeli. Hızlı test pozitif gelirse doğrulama için PCR yapılmalı, o da pozitif gelirse evde izolasyona alınmalı. 

Aşılanma oranlarımız düşük seyrediyor. Bu aşılanma hızıyla salgın baskılanabilir mi?

Korona virüslerin yayılımının arttığı yüksek riskli kış aylarına toplumun sadece yarısı (yüzde 55’i) tam aşılanmış bir şekilde giriyoruz. Bu oran çok ama çok düşük. Avrupa ülkelerindeki son veriler, toplumun yüzde 75’inin aşılandığı durumlarda yayılım ve ölümlerin sınırlı tutulabildiğini gösteriyor. Son aşılamanın üzerinden 6 ayı geçtiyse, o kişileri tam aşılı kabul edemeyiz. Aşıların ağır hastalıktan koruyucu etkisi bir sene kadar devam etse de enfeksiyonu alma ve bulaştırmadan koruyucu etkisi 6 ay civarında azalmaya başlıyor. Aşılama hızımız artmazsa, son aşılamanın üzerinden 6 ayı geçen kişileri artık tam aşılı kabul edemeyeceğimiz için tam aşılı oranımız yüze 55’in altına dahi düşebilir. Bir de, sadece Sinovac olmuş ve enfeksiyona açık durumda olan ciddi bir 65 yaş üstü grup var. Kışa olabilecek en riskli durumda giriyoruz.

Aşılanma oranlarımız neden düşük? Aşı tereddüdünün sebepleri neler?

Aşı tereddüdünün bir numaralı sebebi, devlete, bilim insanlarına ve medyaya güvensizlik. Devlet şimdiye kadar pandemi yönetiminde halka güven vermedi, etkili iletişim çalışmaları yapmadı. Sayın Bakan twitter’dan aşılanma çağrıları yapıyor ancak bu kamu otoritesinin güven vermesi için yeterli değil. Bilim insanları salgının başında insanları korkutarak önlem aldırmaya çalıştı. Medya da tık alma, okunma ve izlenme için insanları korkutacak, heyecan yaratacak, riskleri abartılacak şekilde haberleri paylaştı. Ayrıca birçok medya kuruluşunun devletin resmi söylemlerini yaymak için çalıştığı da halk tarafından gayet iyi biliniyor; o nedenle haberlerine temkinle yaklaşılıyor.

Devlet aşılama konusuna ne yazık ki popülist bir şekilde yaklaştı. Aşı karşıtlığı propagandasına müsamaha gösterdi, idari ya da hukuki sınırlama vb. getirilmedi. Aşı karşıtı propagandaların ABD’de sadece birkaç hesaptan milyonlarca kişiye yayıldığı, Batı’da aşı karşıtı yayınlar yapmaları için sosyal medya ‘influencerlar’ına para verildiğinin ortaya çıktı. Çok ufak sayıda hesap çok etkili olabiliyor. Bunların da Türkiye’de ciddi yansımaları var.

Baştan, güven ve dayanışma duygusu ile çok geniş çaplı bir aşı kampanyası düzenlenmesi gerekiyordu. Bir yandan iletişim kampanyası devam ederken diğer yandan aşıyı halkın ayağına götüren uygulamalar gerekiyordu.

Aşılanma oranlarımızı ve hızımızı nasıl yükseltebiliriz? Avrupa’daki ülkeler bu konuda neler yaptı?

Avrupa ve dünyanın diğer ülkelerinden çıkardığımız ders şu: aşı tereddüttü yaşayan insanları ikna etmek için bir yandan ciddi bir iletişim kampanyası yaparken, diğer yandan bazı alanlarda aşısız insanların toplumsal dolaşımına sınırlama getirmek gerekiyor. Bu artık ‘bireysel özgürlük’ kapsamında ele alınabilecek bir durum değil. Özellikle, mesleği gereği çok sayıda insanla temasta olan kişilerin COVID-19’a karşı tam aşılı olmalarını sağlamalıyız. Sağlık kurumlarında, okullarda, üniversitelerde, adliye gibi kalabalık kamu kurumlarda, toplu taşımada, restoran, kafe, vb. yeme içme yerlerinde çalışan herkesin tam aşılı olmasını sağlamamız gerekiyor. Bunu hem bu şekilde kalabalık yerlerde çalışan insanları ve ailelerini, hem de hizmet sundukları halkı korumak için yapmalıyız. 

Fabrikalarda, atölyelerde, şantiyelerde çalışan işçiler havalandırma ve mesafe açısından uygun olmayan şartlarda çalıştıkları için Covid-19 açısından ciddi bir risk grubu. Onlar için fabrikalarda, büyük şantiyelerde ve organize sanayi bölgelerinde aşılama kampanyaları düzenlenmesi gerekiyor, aşının ayaklarına götürülmesi gerekiyor.

Üniversite öğrencileri de benzer bir durumda. Üniversitelerde eğitimin yüz yüze devam edebilmesi için kampüslere yönelik aşı kampanyaları gerekiyor, özellikle Z kuşağını hedefleyen iletişim çalışmaları ile kampüslerde geçici veya kalıcı aşılama birimleri kurulmalı, yurtlarda aşılama olanağı getirilmeli. Okul aşılaması kültürü olan ülkemizde 12-17 yaş grubu için de lise ve ortaokullarda benzer şekilde aşılama kampanyaları yapılmalı, veli ve öğrencilerin sorularını cevaplayan, endişelerini gideren seminerler düzenlenmeli. 

Tam kapanmanın tercih edileceğini sanmıyorum. Bu aşamada hangi önlemler, salgının yönetilmesinde işe yarayabilir?

Yukarıda anlattığım önlemlerin yanı sıra, risk gruplarını aşılama çok önemli. Covid-19 aşısı 65 yaş üzeri olanlar ve ciddi kronik sağlık sorunu bulunanlarda rutin aşı takvimine dahil edilmeli. ASM’ler ve diğer sağlık kurumları aktif bir şekilde harekete geçerek risk grubundakileri aşıya davet etmeli. 

Son olarak, maske kullanımı ve havalandırma Türkiye’de ciddi bir sorun. İnsanlar sokakta maske takıyor, içeri girince çıkarıyor. Halbuki, aşırı kalabalık olmadığı sürece açık havada maske takmaya gerek yok. Esas kapalı mekanlara girince maske takmak gerekiyor. Çünkü bu virüs en fazla kapalı ve kalabalık ortamlarda bulaşıyor. Kapalı mekanların havalandırması da ciddi bir eksiklik. Bu konuda standartların belirlenmesi ve uygulanması gerekiyor.

Kaynak: Diken