Düşünmek, denince akla ilk gelen tanım hiç kuşkusuz insanı doğadaki tüm varlıklardan ayıran en belirleyici ifade olmasıdır. Zira insan düşünen bir varlık olarak anatomik yapısı gereği yaşamının her anında düşünme ihtiyacını duyar. Düşünmek her ne kadar insan için zorunlu ise de gerçek manada insanın pek sevmediği bir iştir. Hatta zor iştir düşünmek. Oturup bu işe zaman ayıracaksın. Kendine sorular soracaksın. O sorulara cevaplar bulmaya çalışacaksın. Sorulara verdiğin cevapların doğruluğunu kontrol edeceksin. Bu süreçte bulduğun örneklerin birinde veya birçoğunda bazı ezberlerin bozulacak, bu kez nerede hata yaptım, neyi yanlış düşündüm diye yeni sorular soracaksın. Bulduğunu sandığın cevap belki seni tatmin etmeyecek... Velhasıl meşakkatli bir iş düşünmek.

Hal böyle iken insan yine de düşünmeden duramaz veya kimi insan kendini düşünür gibi göstermek ister, düşündüğünü sanmak ister. Bunun için geleneğe bağlanır. Ya geçmişi yaşamış olanlardan ya da kendi çağdaşları arasından biri veya birilerini seçip onların dediklerine bağlanır. Bir aidiyet duygusuyla iradesini onlara teslim eder. Böylece rahatlamıştır. İçini doğrunun, iyinin, güzelin huzuru kaplamıştır. Artık aidiyetle bağlandığı gruptan başkaları yanlış, kötü, çirkindir. Bazı hakikatleri gözü ile görse bu hakikatler için eğer ona 'yanlıştır, inanma' deniyorsa elbette yanlıştır, elbette inanmayacaktır. İnandıkları, iradesini teslim ettikleri ona; ''biz aya dört şeritli yol yapacağız'' diyorsa bunda anlaşılmayacak bir şey yoktur, elbette ki doğrudur.

İşte düşündüklerini sanan kimselerin çoğu böylece salt inanan, bir inanca bağlandıkları için de düşünmekten kurtulmuş olurlar. İnsan inandığı zaman kafası çok rahattır. Düşünmek gibi zahmet yoktur inançta. Aklını ve vicdanını teslim etmişsin birilerinin emrine, onlar senin yerine düşünüyor ve karar veriyor. Sen kendini yormuyorsun, gelgitler yaşamıyorsun. Gayet emin ve huzurlusun. İnandıklarından daha iyi mi bileceksin? Çünkü doğrular ve yanlışlar belli, neyin gerçek neyin kurmaca olduğuna dair kuşkuların yok, çok netsin. Her şey bu kadar net olduğuna göre o gösterişli nutukların, vaazların, pek coşkulu marşların hazzına varabilirsin huzur içinde. Oysa düşünenler bu huzurdan mahrumdur. Gerçek mutluluk, gerçek huzur sende. Huzur inanmakta...

Böylesi bir inanç düşünmeye engel olduğu için zararlıdır. Kötüdür.

İnanç için temel şart, varsayımları kabul etmektir. Kişi varsayımlarla bir görüş bildiriyorsa düşünmüyor demektir ve o kişinin gerçeğe ulaşması mümkün değildir. Çoğu zaman görüş bildirmekle düşünmek birbirine karıştırılır. Zira görüş bir yargıya varmış olmakla, fikir oluşturma sürecini tamamlamakla ilgili bir kavramdır. Yani sahip olunan bir şeydir görüş. Neyin doğru, zararlı, güzel olduğuna dair kanaatlerinizdir.

Kişi gerçeğe varmak istiyorsa ilk yapması gereken şey hiçbir şeyi varsaymamasıdır. Bunun için işe düşünme ile başlaması gerekir. Zira düşünme, görüşe giden yol, varacağımız yere doğru seyahat, bir etkinlik, bir süreçtir.

Düşünce, eylemden gelir ve yine eyleme dönerek eylemle doğrulanır; doğrulandığı oranda da eylemi etkiler ve geliştirir. Genel olarak insanlar düşünerek verdiği kararlarla hayatlarına yön veriyor gibi görünür. Tam tersine düşünce yaşanan koşulların bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Karl Marx ''insanlar düşündükleri gibi yaşamazlar, aksine yaşadıkları gibi düşünürler'' diyerek bunu çok berrak şekilde ortaya koymuştur. Örneğin bir çiftçi, çiftçi gibi düşündüğü için çiftçi olmaz; çiftçi olduğu için çiftçi gibi düşünür. Bu anlamda düşünce, dış dünyanın insan zihnine yansıması olarak tanımlanır. Elbette bu yansıma kendiliğinden ortaya çıkan bir durum değildir. Mevcut bilgiler araştırılarak, veriler detaylı olarak incelenerek, olaylar ve olgular arasında ilişkiler sorgulanarak yapılan zihinsel bir üretim süreci ile gerçekleştirilmektedir. Kısaca, düşünce ve bilinç insan beyninin ürünleridir. İnsan da doğanın bir ürünüdür. Doğal ortamında, onunla birlikte gelişmiştir.

Oysa inanmak için yukarıda belirttiğimiz gibi insan beyninin herhangi bir çabasına gerek yoktur. İnanmanın sözlük tanımının bilginin yerine inanmayı koyan öğretilerin genel adı olduğunu belirtirsek derdimizi daha iyi anlatmış oluruz. İnanmak, asla kanıtlanmayacak olanın kabul edilmesidir. İnanmak, Tanrıya inanmak yoluyla bağlanan ve deney alanının dışında kalan bütün metafizik öğretileri kapsar. İnanca göre gerçek erdem, aklın aldığına değil, aklın almadığına inanmaktır.

İnancın örgütlenmiş biçimi ise dindir. Din, insana inancı hazır örgütlenmiş olarak sunma iddiasındadır. Dine göre akıl, hiçbir zaman gerçeğe ulaşmaz. Dine göre insan özgür birey değil, kuldur. Kul ancak kayıtsız şartsız inanmakla mutlu olabilir. O yüzden dine göre kulun bir şeyi anlama ve bilgi edinmesine, bunun için beynini yormasına gerek yoktur. Zira din bir şeyi merak etmenin, anlamanın ötesinde bir şeydir. Din bir şeyi anlamak değil, onu bilgisizce ve anlamaksızın kabullenmedir; bilmeyi ve öğrenmeyi değil, adanmayı ve tapınmayı vurgular. Din insanların düşünlerine değil, duygularına hitap eder. Dinlerin eğitim gibi, düşünme gibi uzun vadeye tahammülleri olmadığından kısa sürede hedeflerine ulaşmayı amaç edinir. Dinsel bilgi anlama ve algılama güçlüğü çeken, düşünme yapmayan geri bilinç düzeyindeki inananlar tarafından çok itibar görür. Zira bilgiler onlara düşünme zahmeti olmadan hazır verilir. Böylece onları bilgi üretme çabası ve sorumluluğundan kurtarır.

Sonuç olarak dinsel bilgi, gerçeğin bilgisi değildir. İnsanın hayal, tahayyül ve duygusal aklı ile spekülatif olarak ürettiği bilgidir.