Antikomünizmin edebiyata yansımasını Yordam Kitap'tan çıkan yeni kitabı “Devlet, Düzen Anarşi- Türkiye’de Edebiyat ve Antikomünizm”de kapsamlı biçimde değerlendiren Siyaset Bilimci Dr. Fatih Yaşlı, çalışmasında ‘sol kimlikli’ bilinen yazarlara yönelik saldırıları ve ‘sağ kimlikli’ bilinen yazarların siyasal duruşlarını inceliyor.

1965-1980 arası Türkiye tarihini antikomünizm üzerinden okuyan Yaşlı, dönemin nasıl resmedildiğini ortaya koyuyor.

Türkiye’de sağın önünün bizzat devlet ve yönetici sınıf tarafından komünizmle mücadele iddiasıyla açıldığına dikkat çeken Yaşlı, “Türk sağının kutsiyet atfettiği ne kadar şey varsa, solun bunların hepsine düşman olduğu söyleniyor: Dinsizlik, vatansızlık, devlete ve millete ihanet… Bu söylemin ana unsurları olarak karşımıza çıkıyor ve aslında bugün de halen yürürlükte olduğunu görebiliyoruz bunun” dedi.

Fatih Yaşlı Evrensel’den Şerif Karataş’ın sorularını yanıtladı.

Türkiye’de antikomünizmin edebiyat alanındaki yansımalarının politik bir analizini yaparak “Devlet, Düzen, Anarşi” başlığıyla kitaplaştırdınız. Bu çalışma nasıl ortaya çıktı?

Sağ siyaset üzerine çalışmak sadece politik metinler ya da belgeler üzerine çalışmaktan ibaret değil. Sağın önemli figürlerinin ya da sıradan mensuplarının anılarını, hatıralarını, günlüklerini okumak da gerekiyor o “ruh”u doğru bir şekilde anlayabilmek için. Ancak o da yetmiyor. Sağın farklı kesimlerinin, yani İslamcıların, milliyetçilerin ve muhafazakarların ürettiği edebi metinlere, romanlara, şiirlere, öykülere de bakmak gerekiyor. Ben de bir süredir bu doğrultuda okumalar yapıyordum. Ayrıca “Türkiye tarihini antikomünizm üzerinden yazmak” diye özetleyebileceğim bir şekilde, antikomünizmin farklı alanlarla birlikte edebiyat alanına yansımaları üzerine de çalışıyordum. Bunların bir araya gelmesi, bu kitabın çıkış noktasını oluşturdu. Kitapta bir yandan antikomünizmin edebiyat alanındaki düşmanlık, kavga ve polemiklere nasıl yansıdığı, bir yandan ise sağ cenahtan ve roman türünde yazılmış edebi metinlerdeki yeri, kimi örnekler üzerinden anlatılıyor. Kitabın esas meselesi bu.

"65 SEÇİMLERİ İLE ‘ANTİKOMÜNİZM’ ETE KEMİĞE BÜRÜNÜYOR"

1940’lardan itibaren Türk sağının en büyük korkusunun komünizm olduğu ve bunun 1965’lerde somutlaştığı yönünde tespitiniz var. Bu tespitinizi açar mısınız? Bu 25 yılda neler yaşandı?

Türkiye’de 1930’lu yıllardan itibaren Alman Nazizmine öykünen bir faşist hareket şekillenmeye başlıyor ve bu hareket kaçınılmaz olarak içeride Türkiyeli komünistleri dışarıda ise Sovyetler Birliği’ni ve uluslararası komünist hareketi hedef alıyor. İkinci Dünya Savaşı yıllarında ise devletle Türk sağı arasında bir antikomünist mutabakat şekillenmeye başlıyor ve bu ikili “komünizm tehlikesi”ne karşı aynı cephede yer alıyorlar.

1944 yılında Kızıl Ordu’nun Nazileri yeneceğinin anlaşılmasıyla bu mutabakat geçici bir süreliğine askıya alınıyor ve “ırkçı-Turancı” olarak adlandırılan, benimse “Türkçü faşizm” demeyi tercih ettiğim bu akıma karşı bir tasfiye operasyonuna girişiliyor.

Ancak 1946’dan itibaren Türkiye yönetici sınıfının Soğuk Savaş’a doludizgin bir şekilde dahil olmasıyla birlikte sağın önü tekrar açılıyor. Sol ise hem süreklileşmiş bir şekilde operasyonlara maruz bırakılıyor hem de çok partili hayata geçen Türkiye’de legal siyasal alanın dışına itiliyor, yasaklı hale getiriliyor ve “baş düşman” konumuna yerleştiriliyor. Solun legal alanda siyaset sahnesine çıkışı ise ancak 1960’lar Türkiye’sinde ve 27 Mayıs Anayasası’nın getirdiği hak ve özgürlüklerin katkısıyla söz konusu olabiliyor. TİP’in 1965 seçimlerinde Meclise 15 milletvekili sokması ise hem devlet hem de Türk sağı açısından komünizm tehlikesinin ete kemiğe bürünmesi anlamına geliyor.

Türk sağının edebiyatçı kimlikleriyle politik kimliklerini birleştiren Nihal Atsız, Necip Fazıl, Peyami Safa gibi isimlerinin; aralarında Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali, Aziz Nesin’in de olduğu komünist, solcu yazarlarla polemiklerinin politik analizini yapıyorsunuz. Bu polemiklerde sağcı yazarların kullandığı argümanlarda bugün de tanıdık olduğumuz “vatan haini,”, “dış güçlerin maşası” gibi argümanlar öne çıkıyor. Bu bağlamda neler söylersiniz?

Kitabın adı, yani “Devlet, Düzen, Anarşi”, Türkiye’de devletin ve sağın sola karşı kullandığı jargona yapılmış bir gönderme aslında. Önce “komünistler” tabiri kullanılırken, buna ’60’ların ikinci yarısından itibaren “anarşistler” ekleniyor, “teröristler” ise 12 Eylül sonrası daha yaygın bir şekilde kullanılmaya başlanıyor. Bunlara ise her zaman “vatana ihanet, ajanlık, bölücülük” gibi tabirler eşlik ediyor. 1946’dan itibaren, yani Soğuk Savaş’a girişle birlikte, özellikle gündelik basında solcuların, sosyalistlerin, komünistlerin Sovyetler Birliği’nin ajanı/maşası oldukları ileri sürülüyor.

“Sovyet emperyalizmi” kodlamasına uygun bir şekilde, Türkiye soluna da Sovyet emperyalizminin iş birlikçiliği damgası vuruluyor. Buna ek olarak Türk sağının kutsiyet atfettiği ne kadar şey varsa, solun bunların hepsine düşman olduğu söyleniyor, “dinsizlik, vatansızlık, devlete ve millete ihanet”, bu söylemin ana unsurları olarak karşımıza çıkıyor ve aslında bugün de halen yürürlükte olduğunu görebiliyoruz bunun.

"ROMANLARDA ÜLKÜCÜLER VE TÜRK SAĞI AKLANIYOR, TEMİZE ÇIKARILIYOR"

Sağ cenahtan yazılan romanlarda 1965-80 arası Türkiye’sinin nasıl resmedildiğine dair de okura bir kesit sunuyorsunuz. Söz konusu tarihler arasında ülkücülerin yaptığı katliamların sağcı yazarlar tarafından aklanarak ve hakikati baş aşağı ederek yeni bir tarih yazdıkları anlaşılıyor. 20 yıldır iktidarda olan AKP de güdümünde olduğu bütün iletişim araçlarını kullanarak benzer bir tarih yazımına girişiyor. Devam eden bu anlayışı nasıl yorumlarsınız?

Bu romanların ortak noktası, tıpkı devletin ve Türk sağının söyleminde olduğu gibi solu vatana ihanetle, anarşiyle ve terörle özdeşleştirmek. Bu romanlarda solcu karakterlerin hepsi “mutlak kötü” olarak resmediliyor. Hepsi psikolojik sorunları olduğu, özellikle aileleriyle ilişkileri bozuk olduğu için solcu, devrimci, komünist oluyorlar.

Bütün solcular şiddete tapıyor, öldürmekten haz alıyorlar. Antikomünist romanların hepsinde solcular ahlaktan nasip almamış kimseler olarak gösteriliyorlar, “serbest cinsellik” bu ahlaksızlığın temelini oluşturuyor vs. Bunun tam tersine ülkücüler ise saf, masum, temiz, mecburen silaha sarılmış, tek derdi ülkesini komünist işgale karşı korumak olan halk çocukları olarak resmediliyorlar. Buradan yola çıkarak, 12 Eylül öncesi Türkiye’de şiddetin, cinayetlerin, katliamların failinin aslında solcular, komünistler olduğu yönündeki tarih yazımına roman sanatıyla yapılmaya çalışılan bir katkıdan söz edebiliyoruz; ülkücüler ve Türk sağı ise aklanıyor, temize çıkarılıyor. Bu ise evet sizin söylediğiniz üzere hakikatin baş aşağı çevrilmesi anlamına geliyor ki bu geleneğin halen devam ettiğini, üstelik iktidar olanakları kullanılarak çok daha güçlü bir şekilde devam ettiğini söyleyebiliyoruz.

"ANTİKOMÜNİZM, TÜRKİYE YÖNETİCİ SINIFI TARAFINDAN BİLİNÇLİ OLARAK İNŞA EDİLDİ"

Çalışmanızda komünizme karşı nefret ve husumet söylemleri üzerinden paranoyaya varacak bir anlayışın edebiyatta yer edindiğine vurgu yapıyorsunuz. Bu anlayışın oluşmasını nasıl okumak gerekir?

Türkiye’de antikomünizm, henüz komünistlerin gerçek bir siyasi güç olmadığı bir dönemde, Türkiye yönetici sınıfı tarafından bilinçli olarak inşa edildi. Bu inşanın temeline ise paranoyalar yerleştirildi. Sovyetler Birliği’nin Türkiye’yi işgal edeceği, içerideki uzantılarının bu işgale hizmet ettikleri, hepsinin birer ajan oldukları ve Sovyetler Birliği’nden talimat aldıkları, “Su uyur komünist uyumaz” denilerek toplumun zihnine uzun yıllar boyunca işlendi. Türkiye yönetici sınıfının Soğuk Savaş’ta aldığı tutum, yani emperyalizmle yeni bir entegrasyon arayışı, Batı’dan askeri ve mali yardım alma arayışı ve içeride sömürü düzenini koruma ve toplumu sindirme siyaseti bir arada ancak böyle bir korkuyu, paranoyayı yerleştirerek işleyebilirdi. Bu durum elbette ki edebiyat dünyasına da yansıdı ve antikomünist edebiyatçıların yazdığı hezeyan yüklü metinlerin hepsine, bu korku ve paranoya siyaseti damgasını vurdu.

‘BUGÜNÜ ANLAMAK İÇİN ANTİKOMÜNİZM TARİHİNE BAKMALI’

İnceleme yaptığınız dönemde laiklik karşıtlığına dair vurgulara dikkat çekiyorsunuz. Bugün de benzer bir durum yaşanıyor. Neler diyeceksiniz?

Benim Türkiye tarihini antikomünizm üzerinden okuma çabamın gerisindeki temel saik, Türkiye İslamcılığının ve dolayısıyla bugünkü iktidarın bir tarih-öncesinin olduğunu, o tarih-öncesine damga vuran olguyu ise antikomünizmin teşkil ettiğini göstermek. Türkiye’de sağın önü bizzat devlet ve yönetici sınıf tarafından komünizmle mücadele adına açıldı. Açılan kapılardan girenler, önce hükümet sonra da devlet oldular ve rejimi değiştirdiler. Bu nedenle de Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu durumu doğru bir şekilde anlamak isteyen herkesin, AKP’nin tarih-öncesine ve antikomünizme bakması, yola oradan çıkması gerekiyor.

"SINIF MÜCADELESİNDEN YAPAY BİR KUTUPLAŞMA OLARAK SÖZ EDİLİYOR"

Sağcı yazarların sınıf mücadelesinin ‘gereksizliğini’ öne sürerek, “devletin kutsallığına” atıf yapmaları üzerinde de duruyorsunuz… Bu durumu nasıl açıklarsınız?

“Sınıf mücadelesinin ‘gereksizliği’”nden değil de Türkiye’de Batı’daki gibi sınıfların bulunmadığından, “sınıf mücadelesi”nin komünistler tarafından yaratılan yapay bir kutuplaşma olduğundan, komünistlerin “Masum Türk işçisini kandırdıkları”ndan söz ediliyor aslında antikomünist metinlerde. Tüm bunların gerisindeki ana hedef ise elbette ki “Devleti yıkmak” ve bu nedenle de bir tarafta devleti yıkmak isteyen “anarşistler”, diğer yanda ise devletle birlikte devleti bu yıkımdan kurtarmak için mücadele eden milliyetçiler/ülkücüler var. Türkiye tarihi de bu ikilik üzerinden anlatılıyor zaten antikomünist romanlarda.