Faik Akçay / Demokrat Haber

Türkiye Cumhuriyeti’nde “Yönetim Biçimi” arayışlarını sorgulamak, soruna katkı sunmak amacıyla, Parlamenter Yönetim Biçimi konusunda Prof. Dr. Ferhat Kentelle yaptığımız bir söyleşi gerçekleştirdik…

Türkiye’nin toplumsal (Sosyolojik) yapısı, gerçek bir demokrasi, doğrudan demokrasi gibi insan hak ve özgürlüklerini yaşama geçirebilecek bir yönetim biçimine geçebilmek için, Başkanlık, Yarı Başkanlık, Hükümet Sistemi, Parlamenter Sistem, Çoğunlukçu Parlamenter Sistem – Tek Parti Yönetimi, Çoğunlukçu Parlamentere Demokrasi, Çoğulcu (Temsili) Parlamenter Demokrasi, Çoğunlukçu – Yarı Parlamenter Demokrasi gibi yönetim biçimlerinin hangisi ya da hangileriyle daha iyi yol alabilir? Bunun için neler yapılmalı?

Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri geçmişten gelen travmatik hafızaya bağlı olarak cemaatleşmiş bir yapı sunuyor olması. Yani kısaca söylemek gerekirse, kendilerine ve başkalarına güven düzeyinin çok düşük olduğu bir toplumda en önemli iyileşme adımının insanların birbirlerine güven verebileceği bir ortamı yaratmak olduğunu düşünüyorum. Bu da çok nitelikli bir öğrenme sürecinden geçilebilirse sağlanabilir. Yani kendisini farklı gören ve başkalarından korkan insan gruplarına, başkalarının da benzer korkuları olduğunu anlatabilmek gerekiyor. “Başkalarını”, “birlikte adım atma imkânlarını” düşünen bir kültürün de ancak çoğulcu bir yapıyla, çoğulcu bir siyaset kültürüyle ve Çoğulcu Parlamenter Demokrasi ile gerçekleşebileceğini düşünüyorum. Hem cemaatleşmiş hem de sayısız farklılığı içeren bir toplumda, hayatın her alanında “çoğulculuk” kültürünü yaşatmak ve güçlendirmek ve buna dair değerleri ve pratikleri, yani diyalogu, tanımayı, kültürlere saygıyı, kültürünü koruma ve geliştirme hakkını, sınıfsal adaleti, iç içelikleri, kesişimleri sahiplenmek ve anlatmak gerekiyor.

maxresdefault

Toplumsal (sosyolojik) yapının, siyasal yönetim biçimini, siyasal kurumları izleyebilme, yönlendirebilme, denetleyebilme durumları, olanakları var mı? Bu alanda yaşanan tıkanıklıkların aşılması konusunda neler söylemek istersiniz?

Evet var ya da daha doğru bir ifadeyle, devlet, siyasal sistem ve toplumsal yaşam arasında çok yönlü bir etkileşim var. Ama bu etkileşim hem olumlu hem olumsuz anlamda sonuçlar üretebiliyor. Öncelikle genel olarak toplumun ve içinde bulunan grupların ve bireylerin geçmişten bu yana taşıdığı hafıza, iyi veya kötü hatıralar, travmalar, endişeler ve mutluluk zamanları, yazılı veya yazısız ya da görsel biçimlerde, çoğunlukla deforme olsa da kuşaktan kuşağa aktarılır. Türkiye’de hâkim olan aktarım olarak ise daha ziyade endişe ve korku içerikli, travmatik bir hafızadan söz edebiliriz. Bu hafıza tabii ki toplumdan çıkan siyasal aktörlere ve devlete sirayet eden bir hafızadır ve devletin sosyalizasyon politikalarında başvurulacak bir yönetim sermayesidir. Devlet, bu sermaye ile, korkan topluma sadece kendisine ya da devletin sosyal tabanı için gerekli olan belli bir cemaatleşmiş gruba güvenmeyi öğretir ve bu duyguyu yeniden üretir. Dolayısıyla, toplumda var olan çeşitli duygular yelpazesi içinde mutluluk, sevinç, başkalarıyla ilişkilenme arzusu gibi duygular da bulunsa, korku, güvensizlik, belirsizlik, aşağılanmışlık gibi duygular devlet tarafından netleştirilir. Bu duygular devlet tarafından formüle edilen ideolojilere dönüşür ve şeyleştirilir. Başka bir deyişle, ulusun her çocuğu farklı, muğlak duygular yaşasa da, arka planı farklı olsa da, sonunda aynı sözlerle kendini ifade eder. Bu süreç, toplumsal yapının siyasal sistemi (ya da devleti) etkilemesinin bir yönüdür, ancak en nihayetinde devletin toplum üzerinde tahakküm kurmasının yolu tam da bu gibi taktikleri kullanmasından geçer.

Fakat, toplumdan devlete doğru yapılan etki sadece devletin kontrolünü sağlamada işlevsel olan bir etki değildir. Bu etkinin yanı sıra gündelik hayat pratiklerinde korkuların aşılmasını sağlayan karşılaşmalar ve çok güçlü bir ilişkisellik söz konusudur. Devlet ya da siyasal sistemdeki güç ilişkileri sonunda ortaya çıkan denge hassas bir dengedir ve mutlak değildir. Mutlak gibi görünen güç ilişkileri her zaman değişime açıktır. Gündelik hayattaki karşılaşmalar, kesişimler her zaman yeni potansiyeller doğurur. Dünya ölçeğinde ortaya çıkan bütün toplumsal hareketler bu tür karşılaşmalarla, başka insanlarla ortaklaşmalarla ve taleplerin dile getirilmesiyle bazen dar ölçekli, bazense gezegen ölçeğinde değişimler getirdi. Ama ortaya çıkan bu değişimler de sabit kalmadı; başlangıçta olumlu sonuçlar üreten toplumsal hareketler daha sonrasında o toplumlarda derin yaralara da neden olabildi. İşçi hareketleri, sosyalist devrimler, dünyada 68 hareketi, Yeşiller, Türkiye’de Kemalist hareket, İslamcı hareket, Kürt hareketi, kadın hareketi, çevreci hareket vb. az ya da çok önemli sonuçlar doğurdu ve doğurmaya devam ediyor.

Kısaca, toplumsal karşılaşmaları sağlamanın, her zaman yeni imkânlar yaratacağını akılda tutarak, toplumdan gelen değişim talebinin siyasal sistemi de etkileyeceğini söyleyebiliriz.

Toplumumuzun kültürel düzeyi demokratik bir sistem kurulmasını sağlayacak olgunlukta mı? Değilse, bu düzeyin yakalanması için neler yapılmalı?

Meselenin kültürel düzeyle ne kadar ilgili konusunda emin değilim. Bütün toplumlar heterojen yapıdadır ve 80 küsur milyon nüfusa sahip, 776 bin km2’lik bir alana yayılan, çok sayıda coğrafi, dini, etnik ve mezhepsel farklılaşma içeren Türkiye toplumu, özellikle çok heterojendir. Bu farklılık kuşkusuz zenginliktir ama yukarıda da ifade etmeye çalıştığım gibi, bu farklılıkların tarih boyunca yarattığı güvensizlik aynı zamanda devlet ve siyasi otoriteler tarafından sıklıkla bir yönetim aracı olarak kullanılmıştır. Gene bu heterojen yapının içindeki korkuyu ve başkalarına karşı güvensizliği daha çok duyan, başkalarına kıyasla daha dezavantajlı olan, içe kapanmacı kesimler, bu korkuyu ve dezavantajlarını aşmak için otoriter ve popülist siyasetçilere ve ideolojilere daha çok meyletmişlerdir. Ancak bu kesimlere kıyasla, modern toplumun dönüşümleri, kır-kent ayrımlarının erozyona uğraması, çalışma alanlarının değişmesi ve kadınların çok daha güçlü aktörler olarak kamusal alana çıkması, küresel karşılaşmalar, dijital kullanımlar gibi yeni tecrübelerle birlikte, heterojen yapının içinde başka kanatlar demokrasinin de genişlemesi yönünde çok güçlü etkiler üretiyorlar. Korku ve kapanma karşısında, bu kesimlerin pratikleri ise toplumun yaratıcı bir şekilde yenilenmesini içeriyor.

Öte yandan, devletin bir yönetim tekniği olarak kullandığı kategorizasyon ve kutuplaştırmaya bağlı olarak, ortaya çıkan ve kullanması “mecbur” olan, totaliter, “resmi-üst” dile rağmen, toplumsal hayatın içinde gündelik karşılaşmalar pratiklerin içinde bir arada yaşama kapasitesini sürekli besliyor. Gündelik hayatın “alt dili” aslında tam da demokrasinin, müzakere, taviz, anlama, uzlaşma vb. pratiklerini içeriyor.

Buradan çıkarak, sistemin demokratikleşmesinin, büyük ölçüde, bir kurgu olarak üst dil karşısında, söz konusu gündelik hayatın tecrübeleri ışığında, toplumsal hayat içindeki karşılaşmaların yarattığı potansiyeli ve sözü güçlendirmeye bağlı olduğunu söyleyebiliriz.

Türkiye’nin toplumsal (Sosyolojik) yapısı, Yasama’nın (TBMM) yetkilerini genişleterek, Yürütme ve Yargı erklerinin, Yasama erkinin denetlemesini sağlayarak, sorunlarını çözebilir mi? Bu tıkanıklığı aşabilmek için neler yapılmalı?

Tabii ki, toplumda yaşayan bireylerin devletten, siyasal sistemden, yöneticilerden özgürlük, eşitlik, adalet beklemek haklarıdır ve bu konuda en ikna edici siyasal partilere oy vererek taleplerini kamusal alana yönlendirip, başka taraftarlarla birlikte güçlendirilmesini sağlayabilirler. Ama devlet, bütün karmaşıklığının yanı sıra, özetle, güç ilişkilerine göre şekillenmiş bir çıkar ve tahakküm örgütüdür ve kendini insanların sessiz sedasız ne düşündüklerini muhatap almak zorunda hissetmez. Dolayısıyla, bu konuda “yapılması gerekenler” büyük ölçüde sivil toplum aktörlerinin gücüne bağlıdır ve her halükârda geniş bir yelpazede mücadele getirir. Ancak bu mücadele sadece sokaklara inerek verilecek bir mücadele değildir. Mücadelenin dili, muhatapları, hedefleri çok önemlidir. En basit ifadesiyle, yukarıda da belirttiğim gibi, homojenleşen, tekleşen, kimlikleşen aktörler belli alanlarda haklarını genişletebilirler. Ancak insanların kesişimler halinde var oldukları bilinciyle, başkalarıyla karşılaşmayı içeren, bu sayede güvensiz toplumda güveni mümkün kılan bir mücadele verilmesi halinde demokrasi kültürü yaygınlaşabilir. Farklılıkları “içeren” ve “tanıyan” bir kültürle birlikte demokrasinin kurumsallaşması, yani yürütme, yasama ve yargı alanlarının da birbirlerini dengelemesi mümkün olabilir.

Toplumsal yapıyla, siyasal kurumlar (siyasal partiler, Yasama, Yürütme, Yargı erkleri, bürokratik yapı) nasıl etkileşim içindeler? Demokratik bir yönetim biçimi kurulabilmesi için, bu kurumların kendi aralarında ve toplumla ilişkileri nasıl olmalı?

Bu kurumların kendi aralarındaki ideal ilişkilere dair siyaset bilimi, hukuk gibi disiplinlerin merceğinden bakarak çeşitli öneriler geliştirilebilir. Ancak bütün ideal tanımların gelip dayandığı nokta toplumdaki güç ilişkilerdir. Türkiye’de de çok bariz bir şekilde birbirlerini dengelemeyen güçler söz konusudur.

Bu ilişkilerin niteliğine dair üç referanslı bir analiz yapabiliriz. Bunlar: “Siyasal sistem”, “toplumsal hareketler” ve “sosyal düşünce” olarak özetlenebilir. Toplumda insanların tatmin ve mutlu olduğu bir düzenin kurulması için bu üç referans arasında denge olması ya da daha doğru bir deyişle, he üç unsurun da etkili olması gerekir. Herhangi bir öncelik olmaksızın, siyasal sistemde demokratik bir çerçeve olmaksızın, toplumsal hareketlerin taleplerinin gerçekleşmesi ve kurumsallaşması mümkün değildir. Ancak güçlü toplumsal hareketler olmadığı zaman siyasal sistemin harekete geçmesi mümkün olmaz. Ve aynı şekilde bütün bu taleplerin dile gelmesi, formüle edilmesi ve kurumsallaşması için toplumun kendi üzerine düşünebilme imkânı sağlayan bir söze ve dile ihtiyaç vardır.

Ne yazık ki Türkiye’de bu üç unsurun hiçbiri doğru dürüst işlemediği için demokrasi konusunda sürekli bir zafiyet yaşıyoruz. Siyasal sistem, otoriter bir yapı içinde toplumsal hareketleri ve talepleri sürekli olarak baskıladığı içintoplumun konuşma kanalları daralıyor. Üniversiteler ve sosyolojik düşünce üzerinde dayatılan sansür ve ezberler de özgür düşünceye ket vuruyor. Ve demokrasisiz bir ortamda toplumsal hareketler de gelişemiyor. Dolayısıyla bu türden bir üçlü sacayağı üzerinde işleyen bütüncül bir yapının gerçekleşmesi için her birine yönelik bir mücadelenin verilmesi şart görünüyor.

Türkiye içinde bulunduğu toplumsal yapısıyla, vesayet, vesayetler sisteminden kurtulabilir mi? Kurtulabilmesi için neler yapılmalı?

Toplumsal yapının kendi sorunlarına çözüm arayacak düzeye gelebilmesi için neler yapılmalı?

Bugünkü toplumsal yapının kültürel, siyasal algı düzeyi, “Değişime izin vermeyen yapı”nın değiştirilebilmesi için olanaklı mı? Değilse neler yapılmalı?

Bu sorulara yukarıda yazdıklarımdan çok farklı bir yorum yapabileceğimi sanmıyorum. Ancak şu an itibariyle, bütün sorunlarına rağmen, toplumda pes etmeyen insanların verdikleri mücadele, demokrasi üzerindeki vesayetçi yapılardan kurtulmak, kendi sorunlarına çözüm bulabilmek ya da toplumsal yapıyı değiştirmek yönünde önemli ipuçları veriyor. Bu mücadelelerin sonuçsuz kaldığını hiç düşünmüyorum. Çünkü atılan her adım, dile gelen her söz kısa olmasa bile orta vadede, çok geniş kitleler nezdinde olmasa bile yavaş yavaş genişleyen küçük gruplar üzerinde etki yaratıyor. Toplumsal hareketler de zaten gökten inmiyor, zaman içinde kitleselleşiyor ve tabii ki sonrasında da yerlerini başka toplumsal hareketlere bırakıp yok oluyorlar.

Ferhat Kentel kimdir?

Son olarak, kapatılan İstanbul Şehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi olan Ferhat Kentel 1981’de ODTÜ’de işletmecilik lisans eğitimini tamamladıktan sonra 1983’te Ankara Üniversitesi SBF’den yüksek lisans ve 1989’da Paris, Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales’den (EHESS) sosyoloji doktora derecesi aldı. 1990-1999 arasında Marmara Üniversitesi Fransızca Kamu Yönetimi Bölümü’nde, 2001-2010 arasında İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalıştı. Fransa’da Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales’de (EHESS) ve Université de Paris I’de çeşitli dönemlerde misafir öğretim üyesi ve araştırmacı olarak bulundu. Türkiye’de ve yurtdışında çeşitli kitap ve dergilerde modernite, gündelik hayat, yeni sosyal hareketler, din, İslâmi hareketler, aydınlar, etnik cemaatler üzerine makaleleri yayımlandı. Yayınlanmış araştırma ve kitapları şunlardır: Ermenistan ve Türkiye Vatandaşları. Karşılıklı Algılama ve Diyalog Projesi (Gevorg Poghosyan ile birlikte), TESEV, İstanbul, 2005; Euro-Türkler: Türkiye ile Avrupa Birliği Arasında Köprü mü Engel mi? (Ayhan Kaya ile birlikte) İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul, 2005; Milletin bölünmez bütünlüğü: Demokratikleşme sürecinde parçalayan milliyetçilik(ler) (Meltem Ahıska ve Fırat Genç ile birlikte), TESEV, İstanbul, 2007; Belgian-Turks: A Bridge, or a Breach, between Turkey and the European Union? (Ayhan Kaya ile birlikte), King Baudoin Foundation, Brüksel, 2007; Ehlileşmemek, düzleşmemek, direnmek, (Söyleşi: Esra Elmas), Hayykitap, İstanbul, 2008, Türkiye’de Ermeniler. Cemaat-Birey-Yurttaş (Füsun Üstel, Günay Göksu Özdoğan, Karin Karakaşlı ile birlikte), İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul, 2009; Yeni Bir Dil-Yeni bir Toplum, (Söyleşi: M. Talha Çiçek, Gülçin Tunalı Koç), Bilsam yay., Malatya, 2012; “Kır Mekânının Sosyo-Ekonomik ve Kültürel Dönüşümü: Modernleşen ve Kaybolan Geleneksel Mekânlar ve Anlamlar” (Murat Öztürk ile birlikte), TÜBİTAK araştırması, 2017.