Anlaşılan birçok bakımdan rezil bir film. Irkçı mesajlarla dolu, Hazreti Muhammed’i aşağılayan, Müslümanların kutsal inançlarına hakaret eden, dini duygularını inciten bir film...
Ne yapmalı?
En ağır dille eleştirmek...
Evet.
Filmin sanatsal açıdan nasıl döküldüğünü  sergilemek...
Evet.
Yönetmeni hakkında ırkçılıktan, kutsal olana hakaretten dava yoluna gitmek...
Evet.
Gösteri yapmak, tepki koymak...
Evet.
Ama şiddete başvurmak...
Hayır.
Filmin yapımcısı hakkında ölüm fetvaları çıkarmak...
Hayır.
Filmin çekildiği ülkenin siyasal ya da diplomatik temsilcilerine saldırmak, onların hayatlarına kastetmek...
Hayır.
Bu  çerçevede, ABD’nin Libya’daki büyükelçisiyle çalışanlarını öldürmek...
Bin kere hayır.
Bir rezilliğe bir başka büyük rezillikle karşılık vermek ne vicdana, ne insanlığa, ne de hukuka sığar.
Meselenin vahim tarafı budur.
Başka boyutlarına gelince...
Konu ele alınırken ‘ifade özgürlüğü’nün de gözönünde tutulması gerekir.
Hassas bir meseledir bu.
Eğer demokrasi ve özgürlük diyorsak her şey eleştirilebilir. Buna kutsal inançlar da dahildir.
Ama bu konuda, eleştirinin üslubu nasıl olacak, dozu nasıl tutulacak sorusu da ister istemez akla takılır.
Bunun içine aşağılama, hakaret, ırkçılık, şiddete övgü girerse ne olacak? Bunlar da  özgürlükten yararlanacak mı?
İnce çizgi nasıl çizilecek?
Bu soruyu soruyorum, çünkü bu ince çizgi şaşarsa, hakaret, ırkçılık, şiddete övgü derken ifade özgürlüğü çiğnenir.
Bu da bir olgu.
Ama tabii tersi de geçerli.
Kişilik haklarına saldırının da, ırkçılık ve şiddete çağrının da özgürlükler düzeninde yeri yoktur ve olamaz.
Sanıyorum 2006 yılındaydı.
Avusturya’da İngiliz bir tarihçi yargılanmış ve üç yıl hapse atılmıştı. Suçu Yahudi soykırımını, yani Holocaust’u inkâr etmekti.
İngiliz basını, İngiliz tarihçiyi görüşlerinden dolayı yerin dibine batırdı, ancak cezalandırılmasına karşı çıktı.
Independent gazetesi başyazısında, İngiliz tarihçinin görüşlerini iğrenç bulduğunu belirtirken, kendisinin bu görüşlerini “kamuoyu önünde savunma ve ifade edebilme hakkına sahip olması” gerekir diye yazdı.
Financial Times’ın önde gelen yazarlarından ve ekonomi editörü Martin Wolf, Avusturya Mahkemesi’nin hapis cezasını eleştirmişti. Hitler‘in ölüm kamplarında ailesinin birçok ferdini kaybetmiş olan Wolf özetle demişti ki:
“Yahudi soykırımının inkârı da ifade özgürlüğünden yararlanmalı. Karşıt görüşlerin varlığı doğruları zayıflatmaz, tersine güçlendirir. Haklılık böylece daha rahat savunulur hale gelir.”
Demokratlık öyle kolay değil.
Soykırım hiç kuşkusuz insanlığa karşı bir suçtur; ona karşı çıkmak her şeyden önce insanlığın gereğidir.
Öte yandan şiddeti, ırkçılığı övmek ve özendirmek elbette yasalara göre suç olmalı ve cezalandırılmalıdır.
‘Film olayı’nın siyasal, uluslararası bir boyutu da var tabii.
Özellikle Amerika’yla İsrail’de, Batı’yla İslam dünyası arasındaki ilişkileri torpilmeyi bugün için kendi güvenlik çıkarlarına, siyasi menfaatlerine uygun gören iktidar odakları öteden beri mevcuttur.
Bu odaklar bir ‘film’le, bir ‘karikatür’le İslam aleminde kitleleri nasıl harekete geçireceklerini de iyi bilirler.
Öte yandan, İslam dünyasında da böylesine ‘provokasyon’ların üzerine derhal atlamaya hazır El Kaide gibi radikal örgütler de her zaman sotaya yatmış bekler haldedirler.
Şimdi, ‘film olayı’yla bu senaryo bir kez daha sahnelenmiş durumda.
Dileriz, şiddet bir yerde durulur ve sağduyu egemen olur.
Hem o rezil filmi, hem de Amerikalı diplomatları hedef almış olan kanlı saldırıyı lanetliyorum.