Roboski'ye gidenler, gidemeyenler…

Hangi dil yeter ki vahşetin çığlığını, kadim Mezopotamya’da Kürt halkının yüzyıllardır dinmeyen çilesini anlatmaya?

Bir gecede telle çevirerek sınır deyip, akrabalarının öbür yakaya geçmesine engel olanlara…

Yaptığımız ata mesleğidir, akrabalar arasında alışveriştir sadece...

Roboski’de yürekten görülenlere tanıklık ettik.

Analar taş duvar, şimdi çatlamış gözbebekleri, cemre gibi toprağa düşen canlarımızı neden gönderdik kaçağa diye düşünüyorlar.

Neden gönderdik karanlığın kalbine?

O gece masal dinleyip uyuması gereken 12-13 yaşında beş çocuk.

Keşke gitmeseydiniz kaçağa.

Küçüktünüz, üşüdünüz, askerler de vururdu sizi.

Arkadaşlarınız ve daha daha küçükleriniz yumruklarını sıkmışlar,

slogan atıyorlar  “katil Erdoğan” diye şimdi…

Evde pirinç yoktu, yağ yoktu, şeker yoktu,

Annem ya da babam yoktu…

Mayından gözü bacağı yoktu…

Kardeşlerimin okuluna ve askerdekilere para gerekiyordu.

90’lı yıllarda ya göç edeceksin ya da halkına karşı korucu olacaksın köyünde.

Çobanlık, dükkânda çıraklık, inşaatta ustalık, kaçakçılık, ırgatlık…

Varlığı bilememekten yokluğu anlayamayanların

Mahcup ve duru hayatları…

Teke tek olmayan hain pusu,

Ailelerin çıldırtan yası, köyün delikanlısız bırakılışı…

Derin kederler içindeyim şimdi,

Beynimi- bedenimi, içimi-dışımı allak bullak eden.

Tüm insani duygularımı bıraktım Roboski’de,

acıdan çatlamış kadının, çocuğun, erkeğin gözlerinde,

hüzünlü ama asil duruşlarında…

İnsanlığın yüce duygusu!

Anlat Türklüğü ile böbürlenip kendinden farklı olanlara yaşam hakkı tanımayanlara.

Anlat!

Kara gecenin kara haberinde ölüm tarlasına gelenleri,

Köpeklerin hiç dinmeyen acı acı çığlıklarını anlat!

Tuttuğu baston koparak elinde kalan delikanlıyı,

Vücut parçaları bulunamayanları…

Anasına yıllarca hasret kalıp üç yıl önce eve gelen,

ocağına baba olan küçük Şirvan’ı…

Çok sevdiği katırına karışmış şimdi sonsuzca yatan Orhan’ı,

Seksen kilo oğlunun on kilosunu bulup yetmiş kilosunu Roboski'nin dağlarına, bayırlarına bırakan anayı.

Bedeninin yedi parçasını bulmuş,

gerisini Kürdistan toprağında bırakmış diğer anayı…

Gökten otuz dört yıldız kayınca

kesmişler kadınlar kızıl kara saçlarını.

Söz vermişler kendilerine renkli elbise giyip düğün tören yapmamaya.

Söz vermişler kızlar renkli ipek elbise giymemeye.

Çocuklarının ateş topuyla parçalanmış bedenlerinin mezarlarını

gökkuşağının yedi renginde çiçek tarlası yapmışlar.

Yavrusunun yüzünü göremeden ayaklarından tanıyan ana,

eşler, kız kardeşler de şimdi

kara kefen dikip giymişler.

Bir yılda saçları beyazlamış genç kadınların.

Bir yıldır regl olamayan genç kadınlar umutlarını yitirmişler.

Bir yıldır yoksul, yorgun, acıdan çatlamış kadınlar

gelen misafirini başım gözüm üstüne diyerek,

nasıl ağırlayacaklarının çabası içindeler

Yolcularken bir şeye ihtiyacın var mı diye soran yoksul ama onurlu kadınlar!

Biz kentli kadınların, şahsen, almamız gereken çok ders var sizlerden.

Roboskililer yüz yirmi üç bin lira değil,

çocuklarımızın bir tırnağını verebilir misiniz diyorlar.

Sizlere göre teröristtik, gerilla olsaydık da

yargısız infaz sizi aklar mı diye hesap soruyorlar.

Gecenin kanatlarına sığınan çocuklar!

Celal’imin başı mezarda, gövdesi nerede diyor anan.

Orhan ve Erhan, altına saklanmışlar katırların yeri parçalayan ateş bombalarından...

Çok sevdikleri katırlarının kemiğine karışmış bedenleri.

Mahşer olmuş bir yerde, bir dağda, paramparça olmuşlar.

Eti kemiği, kanıyla birbirine karışmış yatıyorlar şimdi sonsuzluğa hepsi.

Seyithan son konuşmasını nişanlısıyla kontörsüzlükten yapamamış.

Çiçekli mezarına nişan tepsisi bırakılarak ölümle nişanlandırılmış.

Geride kalan sevdiği, bir daha çıkarmamak üzere

giymiş kara kefenden gelinliğini.

Artık beklemiyorlar da geri dönmelerini umutla,

Tek beklentileri hesap sorulması yapılan katliamdan…

 

Sizleri unutursam kalbim kurusun

İnsanlıkta buluşmak dileğiyle…