Tarihin şaşırtıcı hakikatlerinden biridir. Politikacıların kendilerini en güçlü sandığı dönemler aslında kaybetmeye başladıkları zamana çok yakındır.

Bu konuda çokça örnek vermeye gerek yok. Osmanlı Devleti'nin Batı’da en geniş sınırlara ulaştığı anlaşma aynı zamanda toprak kazandığı son anlaşmadır. Hitler’in Rusya seferi sadece en hızlı başlayan ilerleyiş değil aynı zamanda yenilgisini de hazırlayan savaştı.

Güçlü krallar, güçlü ordular, güçlü hükümetler için en büyük tehlike genellikle en zayıf görülen unsurlardan gelir. Rusya, Hitler için altı aylık bir savaştı sadece. Kobani, IŞİD için kurban bayramında namaz kılınacak küçük bir ilçe.

Musa, Firavun için kundakta bebek, Muhammed, Mekkeliler için yetim bir çocuktu sadece. Zayıf ve güçsüzlerin çok güçlü görülenlere en büyük hezimetlerini yaşattığı ortada. Tarihin bu şaşırtıcı hakikatleri şimdi de yaşanmıyor değil.

Dün iki sivil polisin gelip meclisteki odalarından alıp götürebildiği milletvekillerinin mirasçıları bugün meclis aritmetiğini değiştirebilmenin en güçlü adayları olarak karşımıza çıkıyor.

Başbakanın ellerini sıkmamak, Genelkurmay heyetinin mecliste görmemek için yolunu değiştirdiği partinin üyeleri bugün Türkiye siyasi hayatının en kritik seçiminde belirleyici bir konuma gelmiş bulunuyor.

Evet, HDP’den söz ediyoruz. Hükümetin her alanda kendini güçlü hissettiği bir süreçte hükümeti en çok zayıflatacak tek parti HDP olarak görülüyor. 

Çok sayıda milletvekilinin kaderi, hükümetin geleceği hatta “Yeni Türkiye’nin” biçimlendirilmesi HDP’nin önüne çekilen barajı yıkmasına kilitlenmiş durumda. Deyim yerindeyse hem mevcut hükümet hem muhalif unsurlar için HDP altın anahtar rolünde.

Özetle AKP’nin geleceği HDP’nin önüne konulan barajı geçip geçmemesine bağlı kalmış durumda.

Hazineden bir kuruş yardım alamayan, seçmenlerine en küçük bir ekonomik alan sağlamaktan uzak, mecliste en az milletvekilline sahip parti en güçlü partiyi en çok zayıflatacak güç olarak ortaya çıkıyor.

Peki, HDP bunu nasıl başarıyor? Bu başarıda HDP’nin yaşadığı dönüşüm, AKP’nin yarattığı hayal kırıklığı, muhalefet partilerinin yetersizliği ile Kürtlerin yaşadıkları iç içe yer alıyor.

HDP’nin dönüşümü Ruşen Çakır’ın da ifade ettiği gibi çevreden merkeze doğru evrilen politikalarında yatıyor. Bu durum Kürtlerin önceliklerini ıskalayan bir eleştiriyi içinde taşısa da özünde solun meydanlarda yıllardır haykırdığı “kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiç birimiz” sloganının somut hali aslında.

Cumhurbaşkanlığı seçimi bu politikada bir kırılma noktası oluşturdu. Selahattin Demirtaş’ın karizmatik kişiliğinde “T.C”nin en üst kurumunu yönetmeye aday olan HDP, çözüm sürecinin sağladığı çatışmasızlık ortamıyla Türklerin de oyuna talip olduğunu ve temsil edebileceğini göstermek istedi. Soma olaylarına partinin gösterdiği duyarlılık Demirtaş’ın madencilerin davalarına bizzat katılımı ve Türkiye'nin birçok ilinde milletvekili adayı göstermeleri bu politikanın sonuçları.

Genellikle sol adaylarla muhafazakar Kürt seçmenin karşısına çıkan HDP’nin başörtülü ve dindar adaylara da listelerde yer vermesi partiyi güçlendiren bir başka etken. Bunun dışında Kobani olaylarında cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Kürtlerin gözünden “düşmesi,” AKP’nin milliyetçi oy kaygısıyla “Kürt sorunu yoktur“ noktasına gelmesi AKP’ye yüzünü dönmüş Kürt oyların HDP’ye kaymasına da yol açıyor.

Mevcut siyasi denklemde CHP ve MHP’nin alacağı oy oranının AKP’yi zayıflatacak bir etki yaratamayacağı gerçeği hükümete muhalif tüm unsurlara da alternatif olarak HDP’yi gösteriyor.

Bekleyelim. Tarih, şaşırtıcı hakikatlerinden birini daha yaşatır mı bilinmez ama 7 Haziran bu alternatifin ya ortadan kalkacağı ya da büyüyerek güçleneceği günün başlangıcı olacak.