GAZETECİLİK ETİĞİ ve MUHAFAZAKARLIĞIN YENİDEN ÜRETİMİ

Son seçimlerden bu yana her şeyi AKP iktidarına bağlamak modasıdır gidiyor. Son referandumun gerçekten bir turnusol kağıdı olduğunu düşünen iki uç kesimden biri, AKP’nin neoliberal ekonomi politikalarını muhafaza ederken özgürlüklerin yanında statükonun karşısında olma saikleri ile olmasa da demokratikleşme yolunda adımlar atabileceğine inanıyordu. Bir diğer uç kesim ise, İslami yaşam biçiminin normatifleştirileceğini ve Türk-İslam sentezi dışında kalan her şeyin dıştalanacağı bir yönetimin ortaya çıkacağını savunuyordu. Bugün ise, referandumdan öncesinde de aslında gayet açık olduğu gibi, söylenebilecek tek şey, demokrasi adına elbette önemli gelişmelerin olabileceği -hatta statükonun belki de 1908’den beri ilk kez sorgulanma girişiminde bulunulduğu- ancak, bunun toplumun muhafazakarlaşıyor olmasına pek de bir etkisi olmadığı.

Bu muhafazakarlaşmanın en büyük kanıtlarından biri çok yeni bir olay üzerine yazılan bir yazı idi. Olay, TV dünyasının tanınmış siması Defne Joy Foster’ın ölümüydü. Bunun üzerine Hıncal Uluç’un bugün (04.02.2011) Sabah gazetesinde yayınladığı yazı o muhafazakarlaşmanın ciddi boyutlarına işaret ediyor. Kendini bir “her konuda bilgili” olarak konumlandırmış, hatta toplum tarafından -nedendir bilinmez- bu konumu kabul görmüş sayılabilecek; kahkahası, yorumları, polemikleri, anıları, yemek zevki, Bodrum aşıklığı, çapkınlığı gibi “çok yönlülüğü” ile sürekli karşımıza çıkan bir “modern Türk erkeği” böyle bir yazıyı kaleme almış olabilir miydi? Çünkü, bize sunulan Hıncal Uluç gayet geniş, tarafsız olmaya çalışan yer yer radikalleşebilen bir köşeyazarı idi. Sinemaya olan ilgimden ötürü, 2001 yılında Cannes Film Festivali’nde bile çok büyük yankı uyandıran, tepkileri üzerine çeken kendilerini özgürlükçü olarak tanımlayan Avrupa ülkelerinde bile ağır sansüre uğramış “Irreversible/Dönüş Yok” filminin gösterimini ve “ifade özgürlüğünü” Türkiye’de savunmuş nadir kişilerden biri olduğu günleri hatırlıyorum açık bir şekilde. Aslında elimizdeki şu veri bile AKP/muhafazakarlaşma denklemi kurmamıza yeterli olabilirken; gelin kolay yola kaçmayalım.

Hıncal Uluç topluma kendisini sunmuş ve yer yer gerçekten TV sayesinde hep ön planda olmayı başarmış bir isim. Bunu kabul edebiliriz kolaylıkla. Ancak, son zamanlarda yarattığı polemiklerin ön planda olmadığı da bir gerçek. Emre Aköz ve Engin Ardıç ile aynı gazetede yazan biri için polemikler ile ön plana çıkmak eskisi kadar kolay olmasa gerek, anlayabiliyorum. Fakat, Hıncal Uluç’a tüm bunları söyleten; kendisiyle belki onu çelişmeye kadar götürecek olan şey, Sabah gazetesinde yazıyor olmanın, bir köşeye sahip olmanın bir “bedeli” olması mıdır? Yoksa, Sabah gazetesinin politik tandansından bağımsız olarak, medya üzerinde kapladığı alanın tamamen popüler olmak zorunluluğuna sahip olması ve popüler olanın aslında bu muhafazakarlık dahilinde olmadan düşünülemeyecek duruma gelmesi midir? Bana sorarsanız, ilki yine kolay kaçmak olacaktır. Çünkü, yaşadığımız toplum muhafazakarlaşırken aslında bireyler -hatta kendilerini laik, ilerici, demokrat, Kemalist, sosyalist olarak tanımlayan bireylerin her biri bile- o muhafazakarlaşmanın kendi üzerlerine etkilerinden habersiz olabiliyorlar. Aslında bakarsanız bu konuda CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun zaten samimi bir itirafı var: “Türkiye’de CHP dışındaki sol öldü. Sol yok, sağımız güçlü, bu yüzden sağa doğru gidiyoruz. Çünkü oy alacağız, kimden alacağız"  (*)

Bilinçli olarak popülere kaymak gerekliliği,-popülerin gittiği yeri önemsemeden elbette- ise popülere hitap etme niyetinde, derdinde olan insanların kolaya kaçıcılığına işaret etmekten başka bir şey yapmıyor bugün. Gazetecilik doğruları söylemek gerekliliği ise, ki bu objektif olma durumu değildir asla, bugün popülere hitap etmek zorunluluğuna sahip bir Hıncal Uluç’un doğruları da popüler ile birlikte muhafazakarlaşmıştır. Burada, Hıncal Uluç’un ne dediği, birey olarak hangi konumda yer aldığı önemli değildir. Popüler olma çabasının, kitlelerin dönüşümüne tutunma çabasının bir yerde gazetecilik etiğinden de uzaklaşmadan(!) nasıl muhafazakarlığın yeniden üretimine işaret ettiği önemlidir. Hıncal Uluç’un dün işgal ettiği konum ile bugün muhafazakarlığı yeniden üretmesi, büyük medyanın buna olanak tanıyor olması aslında medya – iktidar ilişkisini de gözler önüne seriyor. İktidarın, kendini aslen ana iktidar kurumu olarak kurgulamamış üniversite, medya vb. gibi “bağımsız” kurumlarda yeniden ürettiğini söyleyen Foucault’nun bugün ne kadar haklı olduğunu görüyoruz. İktidar, her yerde, muhafazakarlaşmanın ta kendisi olarak, Hıncal Uluç’un pozisyonunu değiştirmeden, toplum üzerine etkisini yönetebilecek bir konuma sahip.

Hıncal Uluç bir aydın değil, entelektüel hiç değil. O yüzden belki Said’in veya Gramsci’nin belirttiği entelektüelin sorumluluklarından muaf tutabiliriz onu. Ancak, kitlelerin okuduğu bir gazetenin bir sayfasında 50 santimetrekare kadar selüloz bazlı kağıt işgal ederek içerisinde yaşadığımız toplumun muhafazakarlığının yeniden üretilmesine katkıda bulunmasına açıkçası benim itirazım var.

* http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&ArticleID=977623&Date=01.02.2010&CategoryID=78