Ermeni ve Süryani soykırımının 100. yıl dönümüne birkaç gün kaldı. Ermeni ve Süryani Soykırımı'nı Hollanda ve geçte olsa Avrupa Parlamentosu da net bir şekilde tanıdı. Artık mızrak çuvala sığmıyor. Genelde Ermeni Soykırımı dense de aslında Ermeni ve Süryanice “seyfo” kavramıyla “seyfo soykırımı” diye vurgulamak gerekir.

Objektif kaynaklar 500 binden fazla Süryani’nin, 1 milyondan fazla Ermeni’nin ve 300 binden fazla Helen’in şu veya bu şekilde kıyıma uğratıldığını gösteriyor. İkinci Meşrutiyeti gerçekleştiren İttihat ve Terakki egemenliği döneminde bu soykırımlar gerçekleşti. Soykırıma katılan ve savunan İttihat ve Terakki kadrolarının büyük çoğunluğu daha sonrada TC’nin kurucu kadroları arasında da yer aldılar.

Bu yazıda esas olarak insan hakları hukuku açısından soykırım ve geçmişle hesaplaşmak olgusu üzerinde durucağız.

Geçmişle yüzleşmek; suçla yüklü geçmişi kabul etmek genelde her rejim ve toplum biçiminde çok zor bir problem olarak yaşanmıştır. Özellikle muhafazakar, baskıcı, teokratik geleneklerin egemen olduğu, aydınlanma reformunun yaşanmadığı, burjuva demokratik devrimlerin zamanında yoklamadığı toplumlarda; geçmişteki suçlar, ya zafer-kahramanlık gibi gösterilmiş, ya da suç mağdura ve başkasına ötelenmiştir. Geçmişle yüzleşme hem siyaset bilimiyle, hem sosyoloji ile hem tarihe bakış ile ilgili olduğu gibi, psikanalizle de ilgili olduğu bilimsel araştırmalar sonucu kanıtlanmıştır.

Psikanaliz alanındaki çalışmalar suçlu geçmişi olan öznenin kolay kolay işlediği fiili kabul etmeye yanaşmadığını göstermiştir. Yüzleşmekten kaçınma her geçen gün fiili işleyen özneyi daha da tehlikeli hale getirmiştir. Bastırılmış suçluluk duyguları, yüzleşilmemiş suç özneyi öz değer duygusundan, erdemlilikten uzaklaştırmıştır. Özne empati yeteneğinden yoksun hale gelmiş, sorunlar daha da karmaşıklaşmıştır. Özür dilemeyi ancak kendisine güvenen, sorunları çözmek isteyen özneler becerebilmiştir. Kuşkusuz buradaki yüzleşmeyi; ‘itiraf et kurtul’, ‘söyle de bu sorun bitsin’ anlamında yapılan bir çok merkeziyetçi örgütlenmelerdeki yozlaştırılmış özeleştiri ile karıştırmamak gerekir. Tarihsel olarak yüzleşmeden kaçınma kolektif özneler açısından daha da derin yaşanmıştır, yaşanıyor da. Uluslar, özellikle egemen uluslar, iktidar aygıtları, en başta devletler sahte tarihler yaratarak yüzleşmeye kapıyı kapatıyorlar.

Ulus devletler, ulusal kimliğin inşası açısından hep tarihsel olayları tek yanlı ve dayatmacı yöntemlerle işleyerek sözde kahramanlık mitleriyle süslü abartık bir geçmiş yaratmaya çalışırlar. Ernest Renan’ın tabiriyle ulus fikrinin inşasında, “kahramanca bir geçmiş, büyük adamlar, şandan oluşan ‘toplumsal sermaye’ büyük rol oynar”. Geçmişinde büyük insanlık suçları olan ülkelerde de; kahramanlık söylemlerinin kolayca etkili olamayacağı bilindiğinden, bu efsanelerin yanına “kurban- mağdur mitosları” eklenir. Yani egemen ulus kendi iddiasına göre işlediği insanlık suçlarında fail olarak yer almamış, bir sorumluluğu asla yoktur. Yani ulusal kimliği güya tertemizdir. Yine ona göre tam tersine gerçekte fail olan egemen ulus yoğun acılara muzdariptir. İşte bu noktada başkalarının acıları yok sayılır, görmezden gelinir. Her türlü ideolojik aygıtlar devreye sokularak resmi ideoloji ve resmi tarih tezi üretilir. Türkiye’nin durumu tam da böyledir. Ernest Renan’ın vurguladığı gibi, “geçmiş deforme edilmeden bir devlet yaratılamaz” bunun içinde unutmak (sosyal am ne sia) gerekir. Yani gizli şiddet. Bu anlayışla yakın geçmişe kadar coğrafyamızda egemenlerin dayatmasıyla Ermeni ve Seyfo soykırımı kolektif sır olarak kalmıştır. Bu soykırımlar toplumsal hafızanın kara kutusuna yollanmıştır. İnsan hakları kurumları dahi ancak 1990’lardan sonra resmi tarih tezinin yanlışlığını vurgulayabilmişlerdir. Ne yazık ki hala insan hakları hukukuna riayet etmesi gereken Barolar Birliği ve metropol baroları resmi yalanları savunmakta, gerçeği inkar etmeye devam etmektedirler.

İnkarın sosyal psikoloji açısından da irdelenmesine kısaca bakalım. İnkarın arkasında; suçlu bulunma ve ayıplanma korkusu, cezalandırılma korkusu (toprak, tazminat endişeleri ), post travmatik şok ve geçmiş korkusu, yarattıkları kahramanların kötü adamlar konumuna dönüşmesi korkusu ve bu işin sonu nereye varacak gibi sosyal-psikolojik endişelerde vardır.

İNSAN HAKLARI HUKUKU AÇISINDAN SOYKIRIM

Soykırım kavramı ilk kez Polonyalı hukukçu Raphael Lemkın tarafından, 1943 yılında Yahudilere yönelik holocaust uygulamasının, daha önceki imha ve katliamlardan farklılığını sergilemek amacıyla kullanılmıştır. İlk kez Lemkın kitabında bu konuda tanımlama ve açımlamalar yapmıştır. Lemkın’in çalışmalarında 20. yüzyılın ilk soykırımı olan Ermeni ve Süryani soykırımı da çok önemli bir faktör olmuştur. Kavram yunanca “genos” (ırk, aşiret, kabile) ile Latince “cide” (öldürmek) sözcüklerinin birleşmesinden oluşmaktadır. Jenosid. Soykırım kavramı 1948 tarihli “BM Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme”si ile tanımlanmıştır. 135 ülke onaylamıştır. Sözleşmenin 2. maddesine göre soykırım; “ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir grubu toptan ya da onun bir bölümünü yok etmek niyetiyle; a- grup üyelerinin öldürülmesi, b- grup üyelerinin fiziki ya da akıl bütünlüğünün zedelenmesi, c- grubun fiziksel varlığının tümü ya da bir bölümüyle yok edilmesi sonucunu doğuracak yaşam koşulları içinde tutulması, d- grup içinde doğumları engelleyecek önlemler alınması, e- bir grup çocukların başka bir gruba zorla geçirilmesi eylemlerinden her hangi birine başvurulmasını kapsamı içine alır.”

Nürnberg yargılamalarında da kavram kullanılmış, ancak ‘insanlığa karşı işlenmiş suçlar’ kapsamında değerlendirilmiştir. Ruanda ve Bosna ile ilgili uluslararası mahkemelerde de kavram kullanılmıştır. (ICTR ve ICY) . Türkiye 1948 tarihli soykırım sözleşmesini ilk imzalayanlardandır. ABD ancak 1986’da imzalamıştır.

Hukukçu Lemkin BM soykırım sözleşmesinin yazımında da yer almış, siyasal içerikli kitle kıyımlarını da kapsaması için çok çaba göstermiş, lakin bunu sağlayamamıştır.Tarih boyunca büyük soykırımlar yaşanmıştır. Romanın Kartaca’yı haritandan silişi, ABD’de yerli halklara yönelik soykırım, Alman sömürgeciliğinin Batı Afrika’daki kıyımları, Kanada ve Avustralya’nın yerli çocukları zorla ailelerinden alması vs. Egemen uluslar yerli halklar üzerinde lengastik soykırımı yine kültürel soykırım suçunu da işlemişlerdir. 1915 soykırımlarında sadece kitlesel yaşam kıyımları değil kültürel soykırımda yaygın bir şekilde uygulanmıştır. Verilere göre 1639 kilise yağmalanmıştır. Hazineler çalınmıştır. Birçok kültürel estetik mal varlığı dinamitlerle yok edilmiştir. 1919 yılında hazırlanan rapora göre Ermeni’lerin madde kayıpları o dönemin değerlerine göre 19 milyar franktır.

Daha önceki bir yazımızda AİHM’in Doğu Perinçek kararının insan hakları hukuku açısından hatalı bir karar olduğunu ayrıntıları ile izah etmiştik. Aynı şeyleri tekrarlamayacağız. Ancak şu hususu yine vurgulamakta yarar var. Ermeni soykırımı ile holocaust arasında uluslararası hukuk açısından her hangi bir fark yoktur. Her ikisi de açık olarak insanlığa karşı suç olarak tanımlanmıştır. Holocaust ile Ermeni ve Süryani soykırımları arasında tek hukuksal fark; holocaustla ilgili uluslararası bir mahkemenin insanlığa karşı işlenmiş suç nedeniyle yargılama yapmış olmasıdır. Ermeni soykırımı açısından ise ulusal düzeyde bir mahkemenin yargılama yapmış olmasıdır. (Arjantin’de)

1948 “BM Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme” ne yazık ki geçmişteki soykırımları inkarı engelleyemediği gibi Güney Kürdistan’daki (Amfal hareketi), Bosna Ruanda’daki soykırımlarında önüne geçememiş, Cezayir gibi sömürge savaşlarında, Nijerya gibi iç savaşlarda, Vietnam’a yönelik emperyalist savaşlarda sistematik kitle kıyımlarını engelleyememiştir. Bu katliamların bir çoğu soykırım bağlamında tartışma konusu dahi yapılmamıştır. Uzun yıllar bir yargı organı oluşamamıştır. Ancak 1998 Roma Sözleşmesiyle daha önceki mahkemelere göre yetkisi ve kapsamı daha geniş bir uluslararası ceza mahkemesi kurulmuştur.

Ne var ki Türkiye hala bu mahkemeyi ve Roma statüsünü tanımamıştır. İnsanlığa karşı suç tüm insanlığı hedefler. Savaş suçundan daha ağırdır. Yaygın ve sistematik tüm sivil halka yöneliktir. Soykırım ise insanlığa karşı suçlar içinde özel bir tiptir. Soykırım tanımında özel bir hile aranır. Şöyle ki; “hedeflenen grubun tamamını ya da bir bölümünü yok etme kastı”. 1915 soykırımlarından hemen sonra Fransa, İngiltere, Rusya “insanlığı küçük düşürücü suçlar” tanımını yaptılar. Nürnberg statüsünde yargılama için insanlığa karşı suç tiplerinde silahlı bir çatışma şartı, hem de barışa karşı suçlar ve savaş suçları ile organik bağ aranıyordu. Roma statüsüyle bu suç tipleri otonom kazandı, silahlı çatışma şartı kaldırıldı. Roma statüsü Nürnberg statüsünden farklı olarak özel değil geneldir, Roma statüsü insanlığa karşı suçların daha kolay nitelendirilmesine imkan tanımıştır. Yine Roma statüsünde suç fiilleri genişlemiştir. Yine Roma statüsüne göre bu suçların işlenmiş olması için özel kast değil genel kast yeterlidir.
1968 BM sözleşmesiyle, yine 1974 Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi sözleşmesiyle insanlığa karşı suçlarda ve savaş suçlarında zamanaşımı işlemezliği hüküm altına alınmıştır. Türkiye henüz bu iki sözleşmeyi de tanımamıştır.

Ermeni ve Süryani soykırımlarının 100. yılına girildiği şu günlerde inkar çirkinliğine son verilerek, kokuşmuş, dil ucuyla teğet geçmeler bir yana bırakılarak, sıhhatli empatiler yapılarak gerçek anlamda bir yüzleşmeye halkların bir birine güven duyarak yaşaması için hayati ihtiyaç vardır. Bunun için de TC vatandaşı olmak isteyen ve yıllar önce topraklarından kopartılan diaspora ve çocuklarına istedikleri takdirde vatandaşlığın verilmesi, yerleşim alanlarına doğal ve yerel isimlerin iadesi, mağduriyetin giderilmesi için makul tazminlerin yapılması ve inandırıcı, devleti bağlayıcı resmi özrün gündeme gelmesi, Ermenistan ile tüm hudut kapılarının açılarak barışçıl komşuluk ilişkisinin geliştirilmesi insan hakları hukukunun gereğidir.