"Şiddet ve mutsuzluğu sadece tarihin birer unsuru olarak görmek için gizlice bir karar aldık. Çünkü bunları konuşabilmek için fazla mutlu ve fazla zayıf olan bir toplumda yaşıyorduk"

Maurice Merleau Ponty (1)

Türkiye, kendini coğrafyasından yalıttığını düşünerek Ortadoğu'nun kadim tartışmalarından uzak olduğu sahte-güvencesiyle yaşayan, bu yüzden de karşılaştığı yeni tehditlere geçmişteki tecrübeleriyle çözüm bulamayan bir toplum. Siyasi ve düşünsel dünyasıyla Türkiye, otoriter modernleşmesinin verdiği kibirle Ortadoğu'daki dinsel ve toplumsal hareketliliği okuyamadığı gibi, kendisine dair çok şey de anlatan Işid gibi bir dinsel topluluğu da kah kendi hedefleri için savaşan taraf olarak görüp destekliyor, kah onu geçmişte ve gelecekte kayıtlı olmayan basit bir marjinaller sürüsü olarak okuyor. Işid'i uluslararası siyasi normallik çizgisinde görüp Esad'a karşı desteklerken de, sonrasında onu normalliğin ötesindeki uç ve tanımlanamaz bir mit olarak algılarken de yapılan gerçek-üstü okumalar, nasıl bir toplumsal mühendislikle kırılgan bir sentez olarak inşa edilmiş olduğumuzu gösteriyor aslında.

Entelektüeli ya da gazetecisi için de, Sokaktaki Adamı için de Işid gibi bir örgütlenmenin masalsı kurgu bir anlatı gibi görünmesi bundan ileri gelmekte. Travma, geçmiş tecrübelerinizden faydalanamadığınız an tezahür eder. Maurice Blanchot, Sovyetlerin çöküş aşamasında yazdığı bir metninde travmayı, "tecrübenin kendisine ait tüm imkanlardan kaçan" bir olgu olarak (2) tanımlamıştı. Bir benzeri ile karşılaşmamış olduklarımıza karşı bütünüyle savunmasız bir haldeyizdir. Anlaşılır kılabilecek bir açıklama getirme lüksüne dahi yabancı kalabiliriz. İşte bu yüzden, kendi hedef kitlesine çok iyi duyurulan geniş yardım faaliyetleri yapan, fakirlere mal dağıtan, bunun yanında acımasızca Kürt, Ezidi, Türkmen, Hıristiyan katliamına girişen, barbarlıkta sınır tanımayan bir topluluğu ya siyasi rasyonalitenin şımarıklığı ile ya da fantastik kurgu üzerinden okuyoruz.

Bu dengesiz davranış biçimi ve akılcılaştırılamayan şiddet karşısında kalınca sosyal bilimin kör noktalardan kaçmaya yönelik uyarılarına da kulak vermeyerek bocaladığımız gibi tehlikenin boyutunu da algılamaktan uzak kalıyoruz. Işid, ya 'dış güçlerin projesi', ya da referansını geçmişten almayan ve tarihte kayıtlı olamayacak denli yabancı, tamamen kural-dışı bir örgüt olarak çiziliyor. Örümcek ağı gibi karmaşık bir ilişkiler ağını, birkaç ay içinde tamamen değişebilen ittifakları açıklamak için sığındığımız 'kukla' ve 'kuklacı' gibi indirgemeci betimlemeleri çok seviyoruz. Bütün tarihsel gelişmeleri, olayların arkasındaki 'her şeyi bilen (alim-i mutlak) bir stratejist'in ürünü olarak görmeye başladığınızda, her şeyin soyut bir hakimiyet anlayışına faydası ölçüsünde yaratıldığı ya da desteklendiği anlayışı doğar. Kimseye komplo teorisi bulundurma ruhsatı verilmediği için bütün siyasal olayları bir gücün oyuncak kumandası olarak görmeyi abartan kavrayış tükenecek değil. Bu da yanıbaşımız Kobane'de Kürtleri acımasızca katleden Işid tehlikesinin motivasyonunu anlamamızı güçleştiriyor. Çünkü Türkiye için yeni olan bir yüzleşme var.

İslamî kültürden ve Arap dünyasındaki mezhep tartışmalarından sanki uzakmış gibi davrandığımız, bu konularda ancak hemen tatmin sağlayan entelektüel fast-food tükettiğimiz içindir ki bu travma halinde seçeneklerimiz oldukça kısıtlı. Kimlik mücadesi ile ortaya çıkan -ve Fanon'un ifadesiyle kaçınılmaz olan- şiddete, devletlerin 'güvenlik' adı altında meşrulaştırdıkları şiddete âşinayız. Ancak Modernliğe söylem olarak referans ihtiyacı duymayan ve tam da bu geleneksel tavrıyla kitlesince normal ve doğal görünebilmeyi başaran bir şiddetten bahsediyoruz. Sol kesimin içerisine dahil olmakla eleştirildiği ve Fransız Devrimi'nde Robespierre tarafından kullanılan "ilerlemeci şiddet" anlayışından da farklı bir şiddet türü söz konusu burada. Sünni Arap dünyasının kadim tartışmalarına, 'irtidad' (dinden çıkma) üzerine Arap din adamı ve entelektüellerinin uzun zamandan beridir yaptığı sayısız konferans ve kitaplaştırma çabalarına kulak tıkamış olmanın neticesini yaşıyoruz. Işid'in yaptıklarını bir kural-dışılıklar panayırı olarak görmek de bundan kaynaklanıyor. Halbuki Işid, kelam konusunda çoğu zaman en 'Sırat-ı Müstakim' olarak görünen yoldan giden, yaptıkları tüm eylemleri bir fıkıh kuralına uyarlayabilecek biçimde kitabî bir örgüt. Örgüt üyelerinin yazışmalarında karşılaşılan ve 'şer-i hile'lere varıncaya kadar vâkıf oldukları fıkıh, ayet ve hadis bilgisi, yaptıklarını rahatlıkla dini normlara oturtmalarına yarıyor. Bunu başarılı bir dava avukatının hukuk bilgisini silah olarak kullanmasına benzer bir referans noktası olarak değerlendirebiliriz. Eğer yaşadığınız coğrafyadaki hakim kültürel gücün kadim düşmanlarına saldırır (Batı, Şia, seküler Kürtler vs) ve böyle bir fıkhî referans çizgisi tutturur iseniz, özellikle de Sünni Arap kökenli kitleden büyük bir sempatizan oranı kazanırsınız. Dışarıdan tamamiyle 'kuraldışı' görülmeniz ise ancak kendi hedef kitlenizi daha da sağlamlaştırmaya yarar.

İslam içerisindeki siyasal mezheplerin dinî tartışmaların merkezinde yer aldıklarını ve bunların -dışarıdan müdahaleye de ihtiyaç duymadan- kendi kendine yeten bir enerjiye sahip olduklarını unutmamak gerekiyor. Tarihsel anekdotlar, empirik veri olarak kullanılamıyor olsalar da açıklayıcı bir model sunma imkanı tanıyabilirler. Bu açıdan, Mısırlı Sünni otoritelerden Muhammed Ebu Zehra'nın, siyasi mezheplerin birbirleri arasındaki davranışlarını incelerken anlatmış olduğu bir olayı aktarmakta fayda var. Ebu Zehra'nın naklettiğine göre Hariciler, kafile halinde bir Hıristiyana ve bir Müslümana rastlar. Müslüman kişi, ulemadan Abdullah bin Habbab'dır. Ona inanca dair bir soru sorulur, cevabı beğenilmeyince ise Abdullah bin Habbab hemen orada öldürülür. Cinayeti işleyen grup, öldürdükleri kişinin yanındaki Hıristiyandan da hurma almak ister. Hıristiyan kişi, korkusundan dolayı elindekilerin hepsini verecek durumdayken parasını ödemeden almanın yanlış olduğu yanıtını alır. Nakledildiğine göre Hıristiyanın cevabı şudur: "ne garip! Abdullah bin Habbab gibi birini öldürüyorsunuz da bizden hurma mı kabul etmiyorsunuz?." (3).

Siyasal mezheplerin birey olarak kaldıklarında çok kuralcı, kitle haline dönüştüklerinde ise -dışarıdan gözlemleyenler açısından- kuraldışı olarak algılanmaları, dini/siyasal şiddetin boyut ve imkanlarından kaynaklanıyor. Herkesin bir şekilde dahil edildiği siyasal mezheplerde tek başına olan kişinin üzerindeki 'farz yükü', onun kitle haline gelmesi durumunda artış gösterir. Anekdotta yer alan taraflardan çok, kurallara gayet de uygun olarak hareket edilen böyle bir davranış kalıbının yaygınlığı önemli. Eğer dinden çıkmanın (irtidâd) hükümlerini belirleme tekelini elinize almışsanız ve kadim düşmanlarla savaştığınızı söyleyerek sempatizan topluyor iseniz, gayet kurallara göre oynayabilirsiniz; çünkü rahatlıkla referansta bulunabileceğiniz bir gelenek vardır. Sünni Arap dünyasının, Batı ve sekülerizm karşıtı grupların sempatisini arttırabilecek davranışların bu içeriğe uzak kişilerce kuraldışılık olarak görülmesi biraz da bu yüzden.

Işid'i kurallarına göre ve her zaman geleneğe referansta bulunarak hareket eden bir siyasal aktör olarak gördüğümüzde söylemsel uzamının genişliği ve kapasitesi şaşırtıcı olabilir. Sünni geleneğin en temel hukuk metinlerinden sayılan ve Sultan Alemgir'in kendi ulema heyetine hazırlatmış olduğu Fetâvâ-yi Hindiyye'de, "mürted (dinden çıkan) erkekler ve kadınlar hiçbir kimseye varis olamazlar" denmektedir (4).

Işid'in bir kenti ele geçirdiğinde sadece kenti yönetme ayrıcalığını değil, kent içindeki tüm mülkiyeti de kendine ait olarak kabul etmesi bu açıdan rahatlıkla temellendirebileceği bir kural. Işid'e yakın Türkçe haber sitelerinde arandığında rahatlıkla bulunabilecek "Ey Kâfir Kürtler" başlıklı yazıların dahi mülkiyet değiş-tokuşunu sağlamlaştıran ve gelenekten beslenen sözler olduklarını söylemek mümkün. Öyle ki sahih dini söylem tekeli yoluyla mülkiyet elde etmek bir istisna değil, modernlik öncesinden gelen ve Sünni Arap coğrafyasında kültürel olarak normallik çizgisine çekme şansının olduğu bir kural.

Benzer bir pragmatizmi halifeler döneminde de görebiliriz. Ünlü Abbasi tarihçisi El-Belazuri'nin fetihler ve mülkiyet meselesini incelediği Fütûhu'l Büldân'da görülebilecek pek çok emsal arasında naklettiğine göre, "Arap yarımadasında iki din bir arada bulunmayacaktır" hadisinin aktarılması üzerine Halife, kendileriyle öncesinde bölgede kalma anlaşması yapılmış olan Hayber Yahudilerinin mülklerini de ellerinden alarak Arap yarımadasından onları sürebilmiştir (5).

Fıkıh geleneğinin karşılaşılan her olayı sıfırdan değerlendirmediğini, kadıların önündeki davayı daha önce bilinen bir davaya indirgediğini ve bunun da pragmatik imkanlar sağladığını unutmamamız gerekiyor. Sünni gelenek içerisinde faydalanılabilecek olan bu hukukî metafizik, ortak düşmana karşı savaşıldığı algısıyla büyük destek görebilir, böylece evrensel herhangi bir ilkeye bağlı kalmadan da bu şiddet makinesi uzun bir süre devam ettirilebilir. Şia geleneğinde dahi bir müçtehid tarafından verilen fetvalar, ancak bu müçtehidin yaşamı boyunca geçerli olur. Sünni hukuk geleneği bu bakımdan ebedîliğiyle de kalıcılık potansiyeli taşıyor. Kültürel mesafesi uzakta olanların Işid'i marjinal bir inanış, bir tür 'anti-kültür' olarak görmesi, yayılma hızındaki bu etmenleri görmemizi engelliyor.

Sünni ulema içerisinde bulabileceğiniz herhangi bir sıkı referans, bu geleneğin izlerini taşıyan kitlenin yaptıklarınızı kurallara uygun olarak algılaması için imkanlar tanıyacaktır. Işid'in Irak'ta yaptığı gibi -elde edilişi dışarısı için ancak şok etkisi yaratan- ganimetleri paylaştırarak fakirlere mal dağıtması, Sünni Arap kitlenin kadim düşmanlarıyla savaşarak onların şovalyeliğini üstlenmesi, beslendiği gelenek açısından da bir yanlışının olmadığı düşüncesini kitlesinin zihnine kazıyor. Savunmacı muhafazakarlık, kendi ürettiği dilde, görmek istediğini görür. Katledilen Kürtleri, Ezidileri, Türkmenleri ve Hıristiyanları görmez. Bu açıdan Işid, tarihin şanslı bir döneminde ortaya çıkan basit bir sızıntı, bir nevi dünyalar arası terminalden fırlamış yamyam sürüsü değil, "bu milletin değerleri" metafiziğini somut ve etkili şekilde işler kılan ve asıl tehlikesi marjinal oluşunda değil, ana-akım oluşunda yatan bir örgüt.

Kaynakça

1)      Gendrot, Sophie Body, Spierenburg Pieter (2008), Violence in Europe, Springer Science, New York, s:3

2)      Blanchot, Maurice (1995), The Writing of Disaster, University of Nebraska Press, Lincoln, s:7.

3)      Ebu Zehra, Muhammed (1996), İslam'da İtikadi-Siyasi ve Fıkji Mezhepler Tarihi, Şura Yay, İstanbul, s:67-68

4)      Fetâvayi Hindiyye (1987), cilt: 14, Akçağ Yayınları, Ankara, s: 500

5)      El Belazuri (2002), Fütûhu'l Büldan, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, s:39