Kasvetli şehrin, hücrelerine sızan eşitsiz ve adaletsiz bir dünyanın çöplükleriyle dolu Gotham görüntüleri, filmin başlangıcında insanı ürpertmiyor değil.

Bir karabasan kenti olarak kurgulanan Gotham, 70’li yılların dünyasındaki yoksulluğa, zifiri karanlığın içindeki titrek ışıkların aydınlattığı silik ezik baskılanmış varoluşa tanıklık ediyor.

Adeta varlıkla yokluk arası bir mekânda yaşama tutunuyor insanlar. Yönetmen kentin üzerine çökmüş karanlığın altında ezileni de görünür kılmak için zaman zaman abartılı öğeleri, bir anlatım biçimi olarak seyirciyi zorlamak için kullanmış.

Ama bu anlatım biçimi filmin akışına bir yüzeysellik katmamış, kurguda sırıtan bir özellik kazanmamış. Her ne kadar kurgusal gerçekliği gerçek yaşamla eşitlemeye çalışan bir anlatım biçimini denemiş olsa da katı gerçekliğe saplanmadan imgesel bir görüntüler dünyası yakalamayı başarabilmiş yönetmen. İmgenin olanaklarının zorlanması, filme izleyici açısından olağanüstü bir görsel zenginlik katmış.

Filmin başkahramanı Gotham’da bir komedi yıldızı olmayı isteyen hayalperest palyaço Arthur Fleck’tir. Artur, karanlık bir çağı işaret eden çocukluğundaki yaşadığı travmaların bir sonucu olarak ezik kişiliğiyle ortaya çıkmakta. Kendi annesinin ve işyerindeki ilişkilerinden kaynaklanan istismar, Arthur’un gerçekliğin yerine hayallerine sarılmasındaki başlıca etkenlerden biri.

Sürekli alay edilen, horlanan palyaçonun yaşamını darmaduman eden çelişkiler, onu bir şekilde çıkış yolu bulmaya zorluyor. İlk çıkış yolu olarak sistemle özdeşleşme peşinde ünlü bir komedyen olma sevdasına kapılsa da rahatsızlığı nedeniyle bunun gerçekleşmesi mümkün görünmüyor. Fakat yine de bunu zorlamak için adımlar atmaktan geri kalmıyor. Silik kişiliği ile hayatın cangılında tutunmaya çalışan kahramanımız, ne sokakta ne de iş yaşamında aradıklarını bulamıyor. Bu ezilmişliğin ve horlanmışlığın içinde tek amacı olan televizyonda tanınmış bir yıldız olma hayalini en kısa zamanda gerçekleştirmek için çırpınıyor. Bu amaçla izlediği gösterilerden kendince notlar alarak televizyon yıldızı Murray Franklin (Robert De Niro) olmanın yollarını arıyor.

Film, palyaço giysisiyle aynanın karşısına geçerek yüzüne sahte bir gülümseme yerleştirmeye çalışan, içindeki mutsuzlukla bunu birkaç denemeyle başarabilen Arthur’un boyalı gözünden akan simsiyah damlayla gidişat hakkında izleyiciye olacakları sezdiriyor. Bu damla, film boyunca yaşanan çağın gözyaşı olarak hep karşımıza çıkacak. Bence mülksüzler için akıtılan bu gözyaşı filmin en çarpıcı metaforu. Film boyunca bir varlık yokluk savaşının ipuçlarını en yakıcı şekilde sergilendiğini görebiliyoruz.

Bu varoluş şekli onun bütün dünyasına yansımış, düzensizliğin içinde hayatını karmakarışık bir şekilde sürdürmesine yol açıyor. Psikolojik ve nörolojik pek çok sorun yaşayan Arthur(Joaquin Phoenix), gündelik yaşamında gülüşünü ve tepkilerini kontrol edememek gibi ciddi akli ve nörolojik hastalıkların pençesinde sürekli kıvranıyor.

Her gün bin bir umutla evinin olduğu sokaktan indiği yokuşu, gece olunca bu sefer tam tersi hayal kırıklıkları ve yokluk duygusuyla çıkmakta evde televizyon karşısında kendini karşılayan yaşlı annesine bakmakta.

Bu kısır gelgitlerinde hayatının odak noktasına yerleştirdiği annesini yaşamın tüm kötülüklerine rağmen koruyabilmek, daha iyi yaşatabilmek için çırpınmakta. Bütün bu gelgitlere hayal mi gerçek mi olduğu ilk başta anlaşılamayan komşu kadının takibiyle aşkı aradığı yanılsamaları izlemekte.

Anne (Frances Conroy) oğlunun kendisini varoluşunun merkezine koymasından hoşnut, yaşlılığın getirdiği sorunlarla, kapalı mekânda evlere servis edilen talk show gibi uyutma servislerinin bağımlısı olarak televizyon karşısında ömrünü tüketiyor.

Şiddetle beslenen sokaklarda, Arthur’un iş aldığı palyaço şirketinin yönlendirmesiyle ana caddede elinde bir dövizle yoldan geçenleri uyarmaya çalıştığı sırada bir grup gencin elindeki posteri alıp kaçmasıyla bir kovalamacadır başlıyor. Bu kovalamacanın sonu Gotham’ın çöp yığınlarıyla dolu bir ara sokakta kötü bir şekilde sonlanıyor. Kapitalist sistemde şiddeti içselleştiren birey, güçlü olanın karşısında hizaya gelirken kendinden daha zayıf gördüklerine linç duygusuyla yaklaşabiliyor.

Belediyeye ait psikolojik danışma merkezine periyodik olarak giden Arthur, sistemin beyin güzelleştirme merkezlerinin verdiği yeşil reçeteli haplarla iç gerçekliğindeki şiddeti ve öfkeyi baskılamaya çalışıyor. Bir zaman sonra Belediyenin ekonomik krizi gerekçe göstererek bu merkezleri kapatması Arthur gibi insanları Gotham’ın sokaklarında kontrolsüz bir şekilde ortada bırakıyor.

İşyerindeki bir arkadaşının kendisini iş yerinden uzaklaştırmak amacıyla verdiği silahı eğreti bir şekilde taşımaya başlıyor. Silahını çocuklarla ilgili hastanedeki bir gösteride yere düşürüyor. Aynı silahı ilk kez metroda bir kadını taciz eden üç Wall Street borsa çalışanını öldürmek için kullanıyor. Öldürmenin tadını almış bir vahşinin sezgisiyle Gotham’da cinayetlerine devam ediyor. Sistemin en acımasız sembollerine karşı gerçekleşen bu şiddet eylemi, sokaklarda karşılığını bulmakta gecikmiyor.

Bu eylemlerle öldürmeyi bir zevk eylemine çevirmesinin ilk izlerini onun maskeli yüzünde kolayca sezebiliyoruz. Tam bu noktada filme yöneltilen eleştirilerden birisi üzerinde durmak istiyorum. Arthur ne bilinçli bir anarşist ne de sistemi değiştirmek isteyen biri. O sistem tarafından sakatlanmış ,akıl sağlığı elinden alınmış, sindirilerek yok edilmek istenen biri. Dahası psikopat ve öldürmekten zevk alıyor.

Bizim burada göz önünde bulundurmamız gereken böylesine lümpen hayatı yaşayan psikolojik bir vaka olan kahramanın, sistemin dişlileri arasında ezilmeyerek kendince sisteme karşı bir duruş sergilemiş olmasıdır.

Önemli olan, klasik bir ayaklanma ya da reddediş değil; itirazını bir şekilde sisteme yöneltebilmektir. Sınıfsal eşitsizlikten doğan tepkiyi örgütleyemeyen bir toplumsal yapı, elbette içinde biriken zehri bir şekilde dışarıya akıtacaktır. (Bu arada şu soru da sorulabilir: Akıl sağlığı yerinde olmayan biri sisteme karşı kendince bir karşı duruş sergilerken biz güya akıl sağlığı yerinde olanlar ne yapıyoruz?)

İşte bu zehir, Gotham’da sistemin idollerine karşı öfke seli olarak yüzleri maskeli binlerin ayağa kalkışıyla ortaya saçılıyor. Bence bu kalkışma teorik öngörülerimize ya da toplumsal reçetelerimize uymuyor diye göz ardı edilemez.

Kapitalist toplumda insanlaşma adına her türlü ayağa kalkış ve bundan kaynaklanan tepkiler meşrudur. Bunları sistemi hedeflemiyor diye ya da lümpen kesimlerin marazlı konumlanışı diye küçümsemek toplumsal dönüşümler tarihini klasik okumalara heba etmek demektir.

Filmin arka plan okumalarının dışında üzerinde durmak istediğim başka noktalar da var.

Joaquin Phoenix performansıyla filmde adeta devleşiyor. Kurgudaki öznenin üzerindeki toplumsal baskıları tüm açıklığı ile ortaya koyarak seyircinin kendisiyle bir biçimde özdeşleştirecek kapıları sonuna kadar açıyor.

Yönetmen Todd Philips, gerilim ve dramı aynı filmde başarıyla sentezlemeyi başararak anti kahraman olarak düşündüğü Arthur’un jokere dönüşümünü gerçekçi bir anlatımla seyirciye aktarmanın yolunu bulmuş.

Filmin dar mekânlarda geçen kasvetli havası içinde müzik, gerilimin artması ya da azalmasında önemli rol oynamış. Emmy ödüllü Hildur Guðnadóttir’in, yeni anti-kahraman filmi Joker için hazırladığı soundtrack gerçekten başarılı bir çalışmanın ürünü. Sanatçının 2009 yılında çıkan albümü Without Sinking’den izler taşıdığı konusunda müzik otoriteleri hem fikir.

Kısacası, filmin başarılı bir anlatımla meramını sinema diliyle sanatın diğer dallarını başarılı bir şekilde ilişkilendirerek ortaya koyduğunu söyleyebiliriz.

Mesaj bu film için herkesin yaşama baktığı yerden alımlayabileceği kadar çok anlamlı ve yoğun. Hayatın kendisi gibi yüzeysel değil, derinlerde biriken yer altı suyunun çıkış noktasını aramasına dair.