Kobanê’de yaralandıktan sonra bir süre Diyarbakır’da tedavi gören ve şimdi İstanbul’da evinde dinlenen Önder Çakar yaşadıklarını Evrensel gazetesinden Devrim Acaroğlu’na anlattı. Çakar, "Sıfır noktasında, kötülüğün, çocuklarını öldürmesini izleyen anne babaları, neden bu ülkenin yazarları, çizerleri, özellikle şairleri yeterince görmeye gelmediler? Neden orada yoklardı bilmiyorum. Onları görmeliydiler. Kendileri için, kendi yazdıkları için. O acıyı çeken insanların da direnişteki silahlı güçlerin de çok ihtiyacı yok desteğe. İnsan kendi için gider" dedi. 

Evrensel gazetesinde yer alan söyleşinin bir bölümü şöyle: 

Önder ağabeyin Kobanê için sınır nöbetine gittiğini haber aldığımızda aklımıza ilk gelen “ne hikayelerle döner şimdi, kesin bir senaryo çıkar” olmuştu. Takva için tarikatlar arasında uzun süre dolandığını, Gemide’deki türden tiplerle çok düşüp kalktığını, soykırım hakkında yazdığı senaryo için defalarca Ermenistan’a ve Ortadoğu’ya gittiğini bilirdik. O gerçekçi diyalogların masa başında üretilemeyeceğini, mutlaka gerçek hayatla büyük bir irtibat gerektirdiğini de. Hiç yanılmamışız. Önder Çakar Kobanê’de yaralandıktan sonra bir süre Diyarbakır’da tedavi gördü, şimdi İstanbul’da evinde dinleniyor. Bir dolu hikâye var heybesinde, bir kısmını benimle de paylaştı. Kafasında birkaç senaryo fikri de oluşmuş. O konuda da yanılmamış yani kimse. İyi güzel de adam hikayelerle dönünce hikâye avına gitmiş olmuyor ya! Senarist olunca senaryo yazmaya gittiyse, çobanlık yapan çocuk hayvan otlatmaya, öğrenci okumaya, konfeksiyon işçisi ütü yapmaya mı gitti yani Kobanê’ye? Yoksa söz konusu sanatçı olunca mı biz başka kafaya giriyoruz? O değil; biz neden gitmediydik acaba Kobanê’ye? Senarist olmadığımızdan mı? Gerisini Önder Çakar anlatsın, ben hiç araya girmeyeyim.

DEMEK Kİ GİDİLEBİLİRMİŞ

Kobanê’ye biraz takılayım, gözlem yapayım, belki bir hikaye, bir belgesel çıkartırım gibi düşüncelerle gitmedim. Kafamdaki oradaki YPG güçlerinin iradesine teslim olmaktı. Ben Kobanê’deki direnişin meşrulaşmasını istiyordum. Sınır nöbetindeyken katılabildiğim bütün şehit cenazelerine katıldım. Hayatlarının baharında, daha hiçbir şey görmemiş çocuklar, belki kentlerinden dışarı bile çıkmamışlar. Bir sürü şey gördüm, yaşadım, hayat nedir biliyorum. O çocuklar, öyle bir seçenekleri dahi olmadan yirmi senedir ölüyorlar. Burada ölmek sadece onların görevi değil, bu bir insanlık meselesi. Türkler de olmalı, Sünniler de olmalı, komünistler, anarşistler, LGBTİ’ler de olmalı. İnsanım ve direnmek istiyorum diyen herkes olmalı. Samimi olunması gerektiğine inandığım ve çok da korkulacak bir şey olmadığını göstermek için gitmek istedim. 51 yaşındayım, gidebildim, gidilebilirmiş demek ki… Benim gibi bir sanatsal kariyeri olan -ki benim için bir önemi yok bunun- insanların gitmesi gerektiğini düşünüyordum. Gidince dehşetle bir şey gördüm; aslında kimse yoktu yine. İş yine Kürtlere kalmıştı. Bizim Denizlere, Mahirlere, Erdal Eren’lere kalmıştı yani. Türkiye’de bir devrim kültürü var. Buna inanan gençlerin Kürt olanlarına kalmıştı. Bu bir talihsizlik. Ölme pahasına direnme nedense hep Kürde düşüyor. “Alavere dalavare Kürt Memet nöbete”nin başka bir versiyonu. Her türlü entellektüel, aydın, devrimci, karşı devrimci konuşuyor, ölme işi yine bizim Kürtlere düşüyor. Hep böyle oldu, kırk senedir. O yüzden Türkiye’de faaliyet yürüten bütün sol örgütlerle aramda büyük bir mesafe var artık. Samimiyetsiz buluyorum. Orada olmak lazım. Parti olarak, düşünce olarak, ruh olarak. Ziyaret edenler vardı elbette; Devrimci Anarşist Faaliyet’ten Mücadele Birliği’ne, Emek Partisi’nden ÖDP’ye… Özellikle 1 Kasım Dünya Kobanê Günü’nde sınıra geldiler, ama ben gelmekten bahsetmiyorum. O direnişin bir parçası olmaktan bahsediyorum. O olmadı kimse.

ŞAİRLERİMİZ NEDEN ORADA DEĞİLLERDİ?

Bütün bu büyük toplumsal altüst oluşların içinde küçük insan hikayeleri vardı. Sıfır noktasında, kötülüğün, çocuklarını öldürmesini izleyen anne babaları, neden bu ülkenin yazarları, çizerleri, özellikle şairleri yeterince görmeye gelmediler? Neden orada yoklardı bilmiyorum. Onları görmeliydiler. Kendileri için, kendi yazdıkları için. O acıyı çeken insanların da direnişteki silahlı güçlerin de çok ihtiyacı yok desteğe. İnsan kendi için gider. Bir de günah savmak için yapılan işler oluyordu. Sabah gelip akşam geri dönmeceler. Kobanê’yi arkasına alıp hatıra selfiesi çekip dönmeceler. Oraya gelmek az şey değil, hatıra fotoğrafı çektirmeyi de anlıyorum ama bir bombardıman ardından gökyüzüne dumanlar yükselen bir kentin hatırasını çekerken aslında kendimizin öldüğünü görmemiz lazım.

AYININ BİLDİĞİ YEDİ ŞARKI VARMIŞ

Oradan uçağa binip İstanbul’a geri dönemedim. Geri dönme koşullarım oluştu aslında. Oradaki mücadeleyi yürüten gerilla beni istemedi bir defa. “50 yaşındasın, bizim sana ihtiyacımız yok” dediler. İzah ettim; “benim burada olmam, ölmem ya da yaralanmam başka sınıflara, kesimlere pek çok şey anlatabilir. Çorumlu Türk bir anne babanın Sünni geleneklerle büyütülmüş çocuğuyum. Sanatçıyım. Burada olmak meşru bir durum, bunu göstermek için burada olmalıyım” dememe rağmen onlar, “Biz bunu kendi halkımıza anlatamayız. ’50 yaşında üstelik sanatında bu kadar yetenekli bir adamın ölmesine mi neden oldunuz?’ derlerse biz buna yanıt veremeyiz” dediler.

Ben de ne yaptım? 60 güne yakın sınır nöbetinde kaldım. Kobanê’ye geçmemi sağlayabilecek herkese gitmeyi ne kadar çok istediğimi defalarca anlattım. Neredeyse kurtulmak için “gitsin” dediler en sonunda. Şunu demek istiyorum; İstanbul’a dönebilirdim, vicdanımı rahatlatacak mazeretlerim vardı. YPG ya da HPG açısından orada olmam bir ihtiyaç değil. Kobanê’nin sahibi olan Kürt ulusunun orada savaşacak çok genci var hakikaten. Gözlerimle gördüm. Orada mesele YPG yada HPG’ye yardım etmek değil… Aslında ben kendime yardım etmek istedim. Aslında ben bir direnişte yer almak istedim. Bunun toplumsal bir hale dönüşmesi gerektiğini halen düşünüyordum.

SAVAŞIN HER ALANINDA YER ALDIM


Beni gören herkesin gözlerinin içi parlıyordu. Hem o köyde hem de Kobanê’de. Neden geçtim Kobanê’ye? O çocuklara moral olması için. “Sizin dedeniz yaşındaki adam bile burada savaşmaya gelebilir. Hadi bakalım siz de üzerinize düşeni yapın”demek için gittim. Ben orada bir işe de yaradım. Kütüphaneler yaptım, sergiler yaptım. İnsanların kendilerini geliştirmesi ile ilgili çalıştım. Örnek olmaya çalıştım. Başka şeyler de yaptım. Savaşın her alanında yer aldım yani.

Şimdi bir an önce hareket kabiliyetime ulaşıp oraya tekrar gitmek istiyorum. Hayatım boyunca İstanbul’da yaşadım, İstanbul’da mücadele ettim, ama o sıfır noktasında İstanbul’dakinden daha çok dostum var. Orada olmayı daha çok isterim. O köyde hiç yabancılık çekmedim. Bir an olsun canım sıkılmadı, bir an olsun boş vaktim olmadı. Bir an olsun “ben burada ne yapıyorum” diye bir soru gelmedi aklıma. Daha iyisini aradım, Kobanê’ye gitmek istedim.

KOBANÊ GİBİ BİR DÜNYA İÇİN

Ben zaten sanatı dünya görüşümü anlatmanın bir aracı olarak kullandım. Çok iyi bir sinemacı, senarist olmak falan çok umrumda deği. Festival açılışlarında, kapanışlarında, orada burada görünmeyi seven biri değilim. Bunlar benim derdim değil. Sanata, dünya görüşünü anlatmak için değil de sanatçı olmak için takılanlar arasında fark olur tabii. Onların ölçmeleri biçmeleri gereken farklı hesaplar olabilir.“Ben Gezi’de çok göründüm acaba dizilerde çok iş alamaz mıyım”, “Kobanê’ye gidersem reklamlarda oynatmazlar mı?” diye düşünen arkadaşlar olabilir. Ben öyle düşünmüyorum ki hiç. Ben zaten ne yaptıysam Kobanê için yaptım. Kobanê gibi bir dünya için yani…

ÇEKEMEDİĞİM FİLMLERİ BELKİ BİR GÜN KİTAP YAPARIM

Ermeni Soykırımı’yla ilgili senaryom çok beğenildi. Pek çok sinema kurumu okudu, hepsinden yazılı belge aldım. Görünen o ki gereken parayı bulma imkanı yok. Üç sene bu işle uğraştım. Avrupalı kurumların yatırabileceği paranın bir sınırı var, o da bize yetmiyor. 2015’e de gelindi, ben zaten zaten daha önce yapmayı planlıyordum. Bir tek Fatih Akın yaptı, ona da her türlü yardımı sundum. Çünkü anladım ki ben yapamayacağım. “Türkçe diyaloglara yardım et” dedi, ettim. “Oyna”dedi oynadım. Montajda akıl verdim. Venedik’te yanındaydım.

Bazı projeler olmaz. Zeki Demirkubuz’la yapmayı düşündüğüm Tarlabaşı’nda geçen bir hikâye vardı, Zavallıcıklar diye. Senaryosunu ben yazdım, Zeki çekecekti. Kültür Bakanlığı sanatsal yeterliliğini az buldu, sıfır parayla para bulunamıyor Avrupa’dan. Onu da yapamadık. İki tane çok iyi olduğunu düşündüğüm senaryom var, filme çekilmemiş. Parasal sıkıntılar ve AKP iktidarı sürdükçe filme çekememeler devam edecek diye düşünüyorum. Gezi Parkı’nda geçen, bir lezbiyen çiftin hikayesini yazıyorum şu anda. Kobanê’ye gittiğimde yazıyordum zaten. Oraya gidince ara verdim. Belki çekemediğim filmleri bir gün kitap diye basarım. Ben yazmaya devam ediyorum ama. Bu arada, Seren Yüce’nin ikinci filmini yaptık. Onunla uğraşıyoruz.

Söyleşinin tammaını okumak için tıklayın