Orada, sınırdaydım. Gördüm her şeyi, gördüm. Evini, yurdunu bırakıp yollara düşen çaresiz insanları gördüm. Acı doluydu yüzleri, gözleri yorgun, bedenleri bitkindi. Çaresiz kadınların bakışlarında dona kaldı gözlerim. Nereye geldiğini, neler yaşayacağını bilmeyen kadınların umutsuz bakışlarında öldü benim ruhum.

Kucağında bir bebeği, elinde ayakkabısız çocuğuyla mayınlı tarlaları arşınlayan, sınır boylarında bekleyen, ”bir iç ülkeden bir iç ülkeye” yürüyen çaresiz kadınların gözlerinde köreldi gözlerim.

Çocuğunu beşikte unutup ağlamaktan yüzü gözü şişmiş, nasıl yaşadığını bilmeyen kadını gördüm de üzüntülerime ağır küfürler savurdum içimden.

Düş değildi, evet, düş değildi; yağan yağmurun altında beşik sallayan kadının umudunda öldü benim yarınlarım.

Yağmur tanelerinin vurduğu beşiği sallayan annenin çaresizliğinden utanarak Allah’tan ölmeyi dilediğim yalan değildi.

Boyundan büyük bavulları sırtlayan küçük bedenleri de gördüm dikenli tellerin ardında.

Ayakkabısız, aç-susuz kilometrelerce yol yürüyen yorgun küçük bedenlere takıldı gözlerim. Nefes almaktan, insan olmaktan utandığım yerde batsın bu dünya dedim, batsın da yıkılsın artık…

Ne yaşadığını bilmeyen, başına neler geldiğinin farkında olmayan çocuklar gördüm bozkır sıcaklığında. Küçüktüler, ayakkabısız, yalın ayaktı çoğu. Yüzü gözü toz içinde, yorgun, bitkin, küçük çocuklar, çocuklarımız...

Niye yola çıktıklarını, neden kaçtıklarını bilmeyen küçük yüreklerin büyük acılarında düğümlendi boğazım. Sıcak yataklarında uyumayı bekleyen çocukların mayın tarlalarında, dikenli teller ardında umutsuzca etrafa bakan, ne olup bittiğini anlayamayan, yarını olmayan çocukların acılarında kaybettim her şeyimi ben.

Ben, ölümden kaçarken mayın tarlalarında ölüme yakalanan çocukların umutlarında boğdum geleceğimi. Yalnızdı o çocuklar. Çaresiz, kimsesiz ve devletsizdiler. Kaderin ötekileri, Tanrı’nın üvey çocukları, Muhammed’in yetimleriydi. Musa’nın şansı yoktu onlarda. Saraya değil mayın tarlalarına düşmüştü beşikleri.

 

Ölümü arkalarında bıraktıklarını sanarken sınırların ördüğü mayınlara yakalanan küçük yüreklerdi. Evet, oyun oynamak dışında hiçbir amaçları yoktu onların bu acımasız dünyada.

Onların umurunda değildi büyük siyasi hedefler. Küçük yürekler kazanacakları küçük bir oyunun büyük mutluluğundaydı hep. Ve onların küçük gözlerinin son gördüğü, ölümden kaçarken birden patlayan mayınların havaya uçurduğu bedenler oldu sadece. Kimi mayın tarlasında kimi bir mülteci çadırında kimi soğuk bir tarlada yumdu gözlerini hayata.

Ama benim gözlerim hep mayın tarlasında yükselen bir dumanda kaldı. Şimdi, yormayın beni dostlar, yormayın. Uzaktan yükselen dumanlara bakarken küçük bir bedenin gökyüzüne savrulan parçalarıydı benim böğrümde hissedilen.

Gerçek ve yalındı her şey: Küçük bir çocuk mayınla savrulurken gökyüzüne…

Görüyor, biliyor ve hissediyordum her şeyi: Parçalanan küçük bir beden ve benim yüreğimdi. Gördüm ve ağladım sadece, ağladım.

Ağladım, çünkü gözyaşlarım utancımı örtecek, yaşamaktan, nefes almaktan utanç duyacağım tek şey oldu.

Şimdi… Sloganlarınızı, iyi dileklerinizi, sınırlarınızı, bayraklarınızı, kutsal saydığınız her şeyi alıp koyun müsait bir yere.

Ben, havaya uçan küçük bir bedenin son haykırışları arasında yitirdim kendimi, öldüm yani, öldüm. Yormayın beni, yormayın diyorum, küçük çocukların ölümün acımasızlığını yaşadığı bu dünyada, çocukların ölüm çığlıklarının gökyüzüne yükseldiği bu lanet çağda güzel yürekli şairin dediği gibi;

Unutursak bunları…

Sınırda tekerlekli sandalyeyle bekleyenleri, çocukları kaybolmasın diye iple birbirine bağlayan anneyi, yaşlı babasını sırtında taşıyan adamı, bebeğine süt yerine su veren genç anneyi, tanklara bedenini veren Kobani’nin yiğit kadınlarını, toplara bedenini siper eden şervanları unutursak, ”kurusun kalbimiz”, evet kurusun…