Nereye gitsem her yer kokuyordu. İş yerleri, marketler, bütün kapalı yerler, arabalar, bahçeler, sokaklar, alanlar, hatta bir zamanlar ormanlık olan tepeler, sahiller, her yer kokuyordu.

Evdeki pencereleri açtığımda içeri dolan havada çok garip bir koku vardı. Bu yüzden kapalı ve havasız yaşamaya katlanıyorduk.

Kokudan korunmak için içimize kapanıyorduk. İnsanlar sokağa çıkamaz olmuşlardı. Ağızlarını, burunlarını kokudan etkilenmemek için bir maskeyle kapatarak dolaşıyorlardı artık.

Bu koku bütün yaşam ritmini bozmuştu. Karamsarlık, umutsuzluk, sorumluluk almama, içe kapanma, olup bitene ilgisiz kalma gibi bütün olumsuz huylar, alışkanlıklar toplumda yaygınlaşmıştı.

Bu konuda ayrıca herkes bir birini suçluyor, haksızlık yaptığını söylüyordu. Kokunun nerden kaynaklandığını açıklayan yöneticiler ise insanların paniğe kapılmamalarını, bu kokunun ülkeye dışarıdan pompalandığını, bunun hain bir tertip olduğunu, alınan tedbirlere uyulmasıyla tekrar eski kokusuz günlere kavuşulacağını yaymaya çalışıyorlardı bir yandan.

Ancak koku her gün artmaya devam edince dikkatleri başka bir konuya çekme gayretleri de görüldü. Bu pek fayda etmedi. Koku her şehirde, her mahalle ve sokakta artarak görülmeye devam etti.

Artık bu kokunun sindiği bütün yiyeceklere erişmek daha zor ve pahalıya mal oluyordu insanlara. İçilen suya bile havadaki bu ağır koku bulaşmış, ekmeklerin tadı bozulmuş, doğanın dengesi değişmiş, hatta kuşlar ötmez yağmur yağmaz, rüzgarlar esmez olmuştu. Göçmen kuşlar bile kokunun haberini alıp yollarını değiştirmişler, arılar kovanlarından çıkmaz olmuşlar, toprak altında uykuya dalan yılanlar korkarak saklanmayı tercih etmişler, balıklar başka denizlere kaçmışlardı. Yani doğadaki bütün canlılar insanlarla birlikte kokunun yaydığı ölümcül bir girdapta sıkışıp kalmışlardı.

Herkes şikayet etse de kokunun bitmesi için çarenin ne olduğunu kimse bilmiyordu. Bunu tartışanlar ise kokuyu yaymakla suçlanıp, susturuluyor; insanların gerçeği öğrenmemeleri isteniyordu. Koku dayanılmayacak hale geldikçe kokunun konuşulmasını yasaklayanların şiddeti, baskıları artıyor, korku da beraberinde geliyordu.

Kokuyla mücadele etmek için çalıştıklarını söyleyenler ise her gün artan yasakları, tutuklamaları, sorgulamaları gösterip geniş tedbirler aldıklarını kontrollerindeki medya organlarıyla topluma yayıyorlardı. Kendilerine itaat etmeyenleri de hemen susturuyorlardı. Nedeni bilinmese bile insanların bu kokuyla yaşamaya alışacakları yetkili ağızlarda bolca konuşuluyordu artık. Söylenenlere inanmasalar da herkes bunu kabullenmek zorunda olduğunu düşünüyor, aç kalmaktansa kokuyla yaşamaya katlanıyordu.

Kimsenin gelecekle ilgili bir beklentisi, umudu kalmamıştı. İnsanları bir arada tutan tek güç içlerinde besledikleri bir korku olmuştu. Kokudan şikayet etmek yerine korkuyla yaşamanın yolunu arıyorlardı.

Bir süre sonra kokudan söz etmek de suç sayılmaya başlandı. Daha ileri gidip bu kokunun bir efsane olduğu bile söylendi. Koku bize ait değildi, dışardan gönderilmişti. Çoğu insan bu görüşe inandı. İnanmayanlar bile inanmış gibi göründüler. Kokuya itirazlar bıçak gibi kesildi. Çünkü korkuyorlardı. Artık hiç bir şey kokmaz olmuş, korku kokuya baskın gelmişti.

Asıl ve daha tehlikeli kokuşma bundan sonra başladı.