Yazının içerisinde açmaya çalışacağım yukarıdaki tanımlamayı tırnak içine almayışımın nedeni, onu kademeli bir kaydırma sonucunda başlık olarak kullanmaya niyetlenmiş olmamdandır. Aslında bu zihinsel kaydırmayı, yazıyı okurken sizin de sıklıkla yapmanızı önereceğim. Yani sıfatları, kavram ve betimlemeleri, tarif etmeye çalıştıkları öznelere yaklaşmakta ya da onlardan uzaklaşmakta olan, hafifleyen ya da ağırlık kazanan, hareketli halleriyle düşünün. Ne de olsa, henüz tamamlanmamış bir süreç (Türkiye’de Kürtlerin dışında hiçbir toplumsal kesimin -ah bir farkına varsalar AKP’lilerin bile!- çok uzun zamandır göremediği mükemmel bir toplumsal karmaşa ) üzerine kafa yoruyoruz.

Başlık, İsviçre’de yaşadığım küçük şehrin tabloid gazetesi L’Impartial’in, bir hafta önceki nüshasının, gösterime giren filmlerin tanıtıldığı onaltıncı sayfasındaki, yönetmen Margarethe von Trotta’nın “Eichmann in Jerusalem”adlı kitaptan uyarladığı “Hannah Arendt” filminin eleştirisine aittir. Hemen bir sonraki sayfa ise, bütünüyle Taksim Gezi Parkı eylemliliklerine ayrılmıştı. Düşünün, ilgi çekici bir sinema ve felsefe makalesinden -ama her şeye rağmen soğuk bir metinden- hemen sonra, simsiyah elbisesiyle üzerine sıkılan tazyikli suya karşı yere çakılı bir tango figürü gibi duran bir kadının satır aralarından gülümsediği, kımıl kımıl bir Türkiye metnine geliyor sıra.

Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” düşüncesine aşağıda, Türkiye’de yaşanmakta olan olayların doğrudan politik değerlendirmesi çerçevesi içerisinde değil ama, AKP politikalarının kendi tabanı -ve kendilerini AKP’li olarak tanımlamasalar da biraz daha geniş tutabileceğimiz bir AKP orbiti içerisinde yer alanlar- tarafından algılanışı bağlamında, şöyle bir değineceğim.

Beni bu başlığı ödünç almaya iten şey daha çok, Taksim Gezi Parkı eylemliliklerini anlamaya ve tarif etmeye en müsait izahlardan biri olduğunu düşündüğüm, yine Arendt’in, “özgürlüğün, her birinin diğerini eşiti olarak gördüğü yapılar ve özneler arasındaki kolektif politik eylemin sonucu”nda ortaya çıkabileceğine dair inancıdır.

Marx’ın, Lenin’in aforizmaları arasında seksek oynayıp, beğenmedikleri sloganların üzerini çizen ve daha sahicilerini bulan, kargaları kovalayıp bostan korkuluklarının şapkalarını düzelttikten sonra namaz kılan, dans eden, daha çok kendi hallerini ama memleketin ahvalini de tartışan, yoruldukları zaman da, anneannelerinin (burada Arendt yerine, Berfo Ana’nın ya da Cumhuriyetçi Türkan Teyze’nin) koltuğunda kestirerek hülyalara dalan Gezi Parkı eylemcilerinin kabullerinin de bu olduğunu sanıyorum.

Gelelim yeniden “kötülüğün sıradanlığı”na.. Nedir “kötülüğün sıradanlığı”? Önceleri bir aldırmazlık tavrı, hemen sonra da kalabalık bir kendisi gibi olanlar, düşünenler ve eyleyenler kitlesiyle birlikte bir ya da birçok kötülüğün duygusal ve jestüel olarak paylaşılması ve sonuçlanıncaya kadar (hatta daha uzunca bir süre boyunca) o kötülüğün/kötülüklerin farkına varıl(a)mamasıdır. O sıradan kötülüğün bir “iyilik” -herkesin iyiliği- olarak düşünülmeye başlanması, aleni kabalığın ve şiddetin, görmezden gelmenin ve yok saymanın hayırlara vesile olacağına inancın yaygınlaşmasıdır. Burada Arendt’in bu kavramını bilerek basitleştirdiğimi ve biraz da hafifleştirdiğimi söylemeliyim.

Taksim Gezi Parkı eylemliliklerine öngelen gün ya da tam o günlerin başında televizyonların haber bültenlerine yansıyan bir görüntü, burada sıradan kötülüğün bireysel, ama aynı zamanda eylemlerin ilk gününden başlayarak devletin/AKP hükümetinin/polisinin ve entelijansiyasının eylemcilere ve amaçlarına karşı takındıkları sıradan kötülük tavrının da bir mikro örneği olarak ele alınabilir.

Görüntüde, kreş görevlisi bir kadın yemek salonunda iki çocuğa, beslenmelerini sağlamak gibi bir ulvi “iyilik”le yemek yedirmektedir. Çocuklar, ağızlarının içine hışımla sokulan kaşık darbelerinin etkisiyle oturdukları sandalyede arkalarına kaykılmakta ve kafaları bir sağa bir sola savrulmaktadır. Ne masadan fırlayıp kaçmayı ne de ağızlarını yumup yemeği reddetmeyi akıl edebilmektedirler. Daha önce muhtemelen deneyimlemiş oldukları bu jestlerin o anda maruz kaldıkları gibi, şiddetle cezalandırılmış olduklarının bilgisi, beslenme rejimine teslim olmalarını sağlar. Ispanağı ya da balığı sevmeme özgürlükleri bile ellerinden alınmıştır artık. O sırada tesadüfen idare odasında bulunan ve bu “sıradan iyiliği” kameradan izleyen çocukların annesi, yemekhaneye gidip görevliye müdahale eder. Görevlinin cevabının kuvvetli bir ihtimalle “Ne oldu ki?” ya da “Ne yaptım ki?” olduğunu düşünebiliriz. İyi bir şey yapmaktadır, sonuçta. Günlük hayatımız, bir tarafın masum/mağdur/kurban olduğu, karşı tarafın cezalandırıcı bir iyilik niyetiyle sıradan kötülüğü uyguladığı bu türden yüzlerce örnekle doludur.

Bu sıradan kötülüğün siyasete taşınması ve toplumsal alanı kapsayan bir suç ortaklığı haline gelmesi iktidar sayesinde olur. Özellikle de güçlü ideolojik kabulleri, iddialı toplumsal-politik projeleri, idealize edilmiş toplum hayalleri olan iktidarlar sayesinde.

Onbir yıllık iktidarı boyunca daha küçük çaplı birçok benzerini de sayabileceğimiz AKP’nin/ Erdoğan’ın en iddialı projesi olan Kanalİstanbul, kendi iktidarının cazibesine kapılan (aynı kökten gelen “cezbe”nin tasavvufta bir anlamı da, tanrı yolundan çıkmaktır) ve gücü sayesinde ekseriyeti de cezbeden (yoldan çıkaran) bütün yüce idealli iktidar liderlerinde de örneklerine rastladığımız bir projedir, bu bapta. Hatta, ironi olarak görmeyin, Stalin’in de vardır böyle bir kanal projesi. Beyazdeniz’i Baltık Denizi’ne bağlayan Stalin Kanalı. Sovyet iktidarının onbeşinci yıldönümüne yetiştirilmek üzere 1931’de “hızlı ve düşük maliyetli” (bu iki kelime de size bir şeyler çağrıştırıyor olmalı!) şiarıyla başlanan, yapımı sırasında “rejim aleyhtarı ve suçlu” 125 bin mahkumun çalıştırıldığı ve 25 bininin hayatını kaybettiği 225 kilometrelik kanal, 1933’te tamamlandı. Kanalın ideologluğunu içeride Maksim Gorki, dışarıda ise Malraux ve Aragon üstlendiler. Bugün dünyanın en gereksiz kanalı olarak anılmaktadır.

Yüce iktidarlar, yüce eserlerle taçlandırılmalıdır! Hele illa bu onlu yıllarında!

Esasen bütün iktidarlar, kuşatıcı bir “iyilik” fikrine sahip oldukları ölçüde ve bu “iyilik”leri hayata geçirecek araçları (ordu, polis, okullar, hukuk, medya) da ellerinde bulundurdukları için, kötülüğün sıradanlaşmasının kaynağıdırlar.

Ve sıradan kötülük önce, ideolojik olarak dışlanmış olanlara, azınlıklara, marjinallere, “çapulculara“ yönelir. “Azınlık şaşırma, sabrımızı taşırma“ sloganının (“hayır efendim olur mu öyle şey!“, basitçe) bir sandık oranına işaret ettiğini, “Yol ver geçelim, Taksim’i ezelim“ sloganının safça (ne yazık ki, safça!) bir politik gövde gösterisi teklifi olduğunu düşünmemizi engelleyecek o kadar vahim kıyımlar var ki yakın tarihimizde.

Nankörlük ettiklerini düşünüyor AKP’liler Gezi Parkı‘ndan başlayarak, sokağa dökülenlerin. Memleketin ekonomik sıkıntılarını böyle hale yola koymuşken, bakın Kürt meselesini de halletmişken, dünya/islam liderliğinin başaltına soyunmuşken… Memleket sevdalısı olduğumuzu görmüyor musunuz ? Yurdum insanına böylesine aşkla bağlı bana/bize reva mıdır bunlar? “Ne oldu ki?“.

Tam burada yine, Haneke’nin, adı da “Aşk“ olan filminin aşkla yedirme sahnesini hatırlayalım. Yarım asrı aşkın bir süredir birlikte olan ve birbirlerini büyük bir aşkla seven seksenli yaşlarında bir çift. Kadın, geçirdiği ani bir beyin rahatsızlığından sonra, hızla elden ayaktan düşer. Yatağa bağlı yaşamaya başlar. Bu arada eşinden kendisini hastaneye yatırmayacağına dair söz alır. Adam kabul eder, ama eşinin bütün bakımını tek başına üstlenmek zorundadır. Fiziki ve moral olarak çok zorlanmaktadır. Kadın yavaş yavaş melekelerini kaybeder. Duymakta, görmekte ve anlamaktadır yalnızca. Adam, eşine ortak yaşamlarını, birlikte geçirdikleri güzel yılları, hoş anılarını anlatır uzun uzun, her gün. Ama bir gün, eşinin söylediği bir söz ağır bir biçimde yaralar kadını. Yemek vakti gelir. Adam tabaktan aldığı bir kaşık yemeği eşinin ağzına uzatır. Kadın ağzını açmaz. Adam, “yemen gerekir” der. Kadın oralı olmaz. Rica eder, yalvarır, kızar, bağırır adam, kaşıkla kadının ağzını açmaya çalışırken. Sonunda kaşığı zorla kadının ağzına sokar. Kadın ağzındaki yemeği dışarı çıkarır. Adam kendini tutamaz ve kadını tokatlar. Belki hayatında ilk ve son kez. “Ne oldu ki?”. Şaşkındır adam, aşkını kaybetmiştir. “İyiliğe” gerileyen aşk, kendinden tiksintiye dönüşmüştür artık.

Film bir süre daha devam eder. İkisinin de fazla vakitleri kalmamıştır zaten. Bu yazı yazıldığı sırada polisin “yoldan çıkmamış olanların” bahçesini boşaltacağı da anlaşılmıştır.

Bu “Ne oldu ki?” sorusunu atlıyorum ben. Sadece, olan oldu, diyerek. Bu soruya her gün (bizim cenahtan da) yüzlerce cevap veriliyor zaten. Önemli olan bundan sonra ne olacağıdır ve bunun için binlerce soruya binlerce cevap bulunması gerekir. Ama öyle anlaşılıyor ki, bu toplumun -şimdilik- %50’lik bakiyesi (rakkam AKP politologlarına ait) bu ülkenin daha berrak sularında yıkanmaya karar vermiştir.

Solun Taksim Gezi Parkı eylemliliğinden çıkarması gereken dersler de tartışılacak, önümüzdeki daha canlı ve hareketli geçeceği de anlaşılan dönemde. Ben bunların içinden birinin öneminin sıcağı sıcağına not edilmesi gerektiğine inanıyorum. O da, hemen bütün bir solun o spontane karakteri nedeniyle tereddütlü ve tedirgin bir mesafeden izlediği, Gezi Parkı çerçevesi içerisinde gerçekleşen birarada olma formunun ve tarzının, salt o olağan kendiliğindenliği nedeniyle özümsenmesi ve solun siyaset yapma pratiklerine eklemlenmesidir. Kendiliğinden hareketlerin taşıdıkları, doğal devrimci potansiyellerin başka türlü keşfedilebilmeleri imkansızdır.

Yazıma, bir İsviçre gazetesinde Gezi Parkı eylemlerini okurken yan sayfadan bana göz kırpan Hannah Arendt’i davet ederek başlamıştım. Şimdi de bu yazıya çat kapı girerek sürpriz yapan, anarşizmin en yakışıklı ve fikri de, zikri de güzel şahsiyetlerinden Errico Malatesta’nın “İyi hükümet fikri” adlı yazısının bir parçasıyla devam ediyorum:

“Hiç kimse, açıkça kimin haklı kimin haksız olduğu, kimin gerçeğe daha yakın olduğu, ya da tek tek bütün bireylerin tümüne şamil en iyiyi gerçekleştirmenin en uygun yolunun ne olduğu yargısında bulunamaz. Gerçeğe ulaşmanın en uygun yolu özgürlüğün deneyimlenmesidir, bundan daha iyisi olamaz ve yanılma özgürlüğünü reddettiğiniz yerde de özgürlük olmaz.

“Ama özgürlüğün kendisinden, felsefi değil de politik bir kaygıyla söz edildiğinde, hiç kimsenin aklına kozmik ve sosyal çevresinden bağımsız, metafizik bir korkuluk gibi duran soyut bir bireyin, bir tür tanrı gibi, terimin mutlak anlamında canının istediğini yapabilen bir bireyin varlığı gelmez.

“Özgürlükten söz ettiğimizde, hiç kimsenin, güçlü bir dirençle karşılaşmaksızın kendi türünden diğer insanları baskı ve zorla engelleyemediği ve her şeyin ötesinde, hiç kimsenin herkese ait olan gücü ele geçirerek (iktidarın kaynağı olan) bu gücü, kendi arzularını gerçekleştirmek için diğer bireyler ve gruplar üzerinde kullanamadığı bir toplumu varsayarız.

“Hiç kimse mükemmel değildir, evet. Ama işte bu, hiç kimseye “kişisel özgürlüklerin kısıtlanması”na yol açacak araçları vermemek için fazladan bir nedendir, belki de en önemli nedendir.

“Hiç kimse mükemmel değildir. Peki, nereden bulacağız başkalarıyla barış içerisinde yaşayabilecek kadar iyi olmayan ama aynı zamanda o başkalarının hayatını otoriter bir yolla kontrol etme kabiliyetindeki bu insanları? Diyelim ki bulduk o insanları, kim görevlendirecek onları? Kendileri mi durumdan vazife çıkaracaklar? Peki kim koruyacak onları “çapulcuların” şiddetinden ve karşı koyuşundan? Ya da, barış içinde birarada yaşayabilmek için çok bilinçsiz/görüsüz ve kötü oldukları halde yöneticilerini belirlemek üzere fikirleri sorulduğunda birdenbire bütün kaliteleri keşfediliveren “egemen halk” tarafından mı seçilecekler?“

Taksim Gezi Parkı eylemlilikleri, Paris Komünü’nün yenilgisinin 142’nci yıldönümüne denk geldi . İki olay arasında sayısız fark var elbette. Ama ben tarihçilerin, Paris Komünü’ne zemin teşkil eden şehir sosyolojisinin ona öngelen 30-40 yıl içerisinde burjuvazi tarafından nasıl köklü bir değişime uğratıldığı, daha önce işçi sınıfı ve yoksulların da sosyal-politik mekanı olarak işleyen şehir merkezinin yoksullardan temizlenerek, işçi sınıfı mahalle ve semtlerinin şehir marjlarına nasıl itildiği, ortak kamusal mekanların adım adım zenginlere satılmasıyla Paris merkezinin nasıl saf burjuva politik/sosyal/kültürel alanına dönüştürüldüğü, şehir ayaklanmalarının kolayca bastırılabilmesi için caddelerin ve sokakların nasıl genişletildiği ve Paris Komünü’nün bu nedenle şehrin kırk yıl boyunca yavaş yavaş yaşam alanlarından, yerleşimlerinden, park ve bahçelerinden, sosyo-kültürel ve politik zeminlerinden kovulan kitlelerin, bu alanları yeniden ele geçirme girişimi olarak da anlaşılması gerektiği düşüncesinin, Gezi Parkı girişiminde de ruşeym halinde geçerli olduğunu düşünüyorum.

Bu nedenle Gezi Parkı direnişi, tarih içinde arkası kesilmeyen kalkışmalarımızdan biriydi.