Saray hükümeti neo-merkantilist olarak nitelediğim yeni ekonomik modeli (YEM) önerdi ve döviz kurlarında baş döndürücü bir dalgalanmaya imza attı. Merkez Bankası net rezervleri 10-17 Aralık haftasında 9 milyar dolar azaldı. Ertesi hafta, yalnızca 20-21 Aralık arasında, 7 milyar dolar civarında döviz örtülü bir şekilde satıldı.

Yükselen fırtına bulutları karşısında, hükümet 2018’de gündeme gelen ama o zaman riskleri nedeniyle rafa kaldırılan bir uygulamayı devreye soktu. Kur korumalı (veya döviz endeksli) TL mevduatı uygulamasına göre, hazine kur değişimi ve faiz arasındaki farkı 3 ile 12 ay arasında değişen vadelerle TL hesabı açan mudilerin hesabına TL olarak yatıracak. Saray hükümetinden beklenilebileceği gibi, bu uygulama şeffaflıktan ve yarar-maliyet dengesiyle ilgili tartışmalardan uzak bir şekilde karara bağlandı ve uygulamaya kondu. Yine kendilerinden beklenilebileceği gibi, yandaş işveren temsilcileri ve bankacılar bu uygulamaya alkış tuttu.

Uygulamanın yararları ve maliyetleri konusunda birçok görüş belirtildi – hem iktisatçılar hem de sermaye piyasası katılımcıları ve yapıcıları tarafından. Farklı görüşlerin sentezini yapmak güç olmakla birlikte, uzlaşı görüş su şekilde özetlenebilir: Kur korumalı TL mevduatı TL için geçici bir rahatlama sağlar, ancak ekonomideki yapısal problemleri değiştirmez.

Bu yazının amacı, uygulamanın gözden kaçan bazı maliyetlerini spot ışığının altına koymak ve Türkiye halklarının orta-uzun vadede ihtiyaç duyduğu stabilite koşullarını neden yaratmayacağına dikkat çekmek.

Kur korumalı TL mevduatı sürdürülebilir değil

Saray hükümeti ve geleceğini hala bu hükümette gören yandaş işverenler şu anda memnun. Dolar/TL kuru bir hafta içinde %40 civarından geriledi. Kurdaki oynaklık devam ediyor, ama kur değişimi aşağı yönlü olduğu için bu oynaklık büyük sorun olarak görülmüyor. Peki bu gidiş sürdürülebilir mi? Üç nedenle sürdürülebilir olmadığını düşünüyorum.

Birincisi, kur korumalı TL mevduatı yapısal nedenlerle artan enflasyonu düşürmez. Hatta, kur farkının vergi yerine merkez bankasının basacağı ek parayla ödenmesi halinde, yapısal enflasyonu arttırır. Buna ek olarak, yapısal enflasyonun kur hareketlerinden bağımsız olarak yükselmeye devam edeceği tahmin ediliyor. Bu durumda, ihracata dayalı YEM doğmadan ölür veya komaya girer. Sonuçta, saray hükümeti ne TL için kalıcı rahatlama elde eder ne de neo-merkantilist rüyasını gerçekleştirir.

İkincisi, Türkiye’nin göreli olarak düşük olan kamu borcunun saray hükümetine sağladığı hareket alanı giderek daralmaya başladı. Hâlihazırda, ulusal gelirin yüzde 40’ı civarında olan kamu borcunun 2020’lerin sonuna kadar artmaya devam edeceği, hatta %70’e çıkacağı tahmin ediliyor. Dolayısıyla, Türkiye’nin temerrüt riski artıyor. Bu risk kur korumalı TL mevduatı ‘müjdesi’nden sonra da artmaya devam etti. İleriye yönelik bu beklentiler, eskiden ‘burnunu tıkayarak’ Türkiye’de yatırım yapan yabancıların eskisi kadar Türk lokumu düşkünü olmayacağını gösteriyor.

Üçüncü neden, saray hükümetinin kurla ilgili hedefinin belirsizliğidir. Hükümetin geçen hafta kurda yaşanan yükselmeden korkması doğal. Ama hükümet tercih edilen kur dengesinin ne olduğu konusunda her zaman sessiz kalıyor ve bu kimsenin gözünden kaçmıyor. Bu tutum neo-merkantilist YEM rüyasının bir sonucu ve/veya bu rüyanın henüz bir kenara atılmamış olduğunun bir göstergesi. Bu belirsizliğin bir sonucu, kurun yeniden yükselmeye başlaması ve böylece kur korumalı TL mevduatı uygulamasının maliyetinin artmasıdır. Diğer bir sonucu, TL’ye zaten azalmış olan güvenin azalmaya devam etmesi. Her iki sonuç tek bir sonuca indirgenebilir: döviz mevduatına alternatif olarak gündeme gelen kur korumalı TL mevduatı aracı çekiciliğini yitirir; tasarruf sahipleri de bu türden ‘türev’ araçlar yerine ‘sahici’ döviz mevduatına yönelir.

Hükümetin ekonomik sorunları çözme kabiliyeti var mı?

Saray hükümeti, dış politikada olduğu gibi, ekonomi politikasında da ‘beka’sını önceleyen bir çizgi izliyor. Fehim Taştekin başta olmak üzere birçok uzman gözlemcinin dile getirdiği gibi, dış politikada bu çizgi agresif, kural tanımayan ve yeni düşmanlar üreten hamlelerden oluşuyor. İçeride militarizm ve milliyetçilik temelli bir destek mobilizasyonu yaratmakla birlikte, dışarıda bu politika çizgisinin sınırlarına gelindiğine dair göstergeler giderek artıyor.

Erdoğan’ının faiz-enflasyon teorisi ve bürokrasinin alelacele karaladığı YEM fikri bu noktada gündeme geldi. Bana öyle görünüyor ki, dış sefer olanaklarının azaldığı bir dönemde, ekonomi politikası içeride yeni bir seferberlik aracı olarak kullanılıyor. Temel saik aynı: toplumu belirsiz bir düşmana karşı mobilize etmek, bu mobilizasyon tuttuğu ölçüde de yandaş işverenlere yeni rant alanları açmak, bu rant alanlarında semirenlerin kazanımlarını ekonomik büyüme olarak gösterip topluma bir gelecek umudu vermek.

Peki bu strateji tutar mı? Tutma ihtimali dış politika stratejisinin tutma ihtimalinden çok daha düşük. Dış politika hamlelerinde fiili durum yaratmak mümkün ve bu fiili durumun ortadan kalkması veya tersine çevrilmesi daha uzun zaman alır. Dolayısıyla, sıkışmışlığa/çıkmaza rağmen, dış politikada yaratılan fiili durumlardan elde edilen ekonomik ve siyasi getiri azalır ama birdenbire eksiye dönmez. Türkiye’nin Suriye, Libya ve Irak’ta yarattığı fiili durumlarla ilgili tıkanmalar bunun örneği.

Ama ekonomi politikasından olumsuz etkilenen aktörler hemen tepki gösterir. Ayaklarıyla oy verir ve herhangi bir tıkanmayı kolayca bir ekonomik/mali kriz haline getirebilir. Örneğin, yabancı yatırımcılar kaçar; kaçmayanlar daha yüksek prim karşılığında kalır. Dolayısıyla ülke ekonomisi için yarar yerine yük getirme ihtimali artar. TL’ye güvenini yitiren tasarruf sahipleri veya yatırımcılar daha güvenilir paralara veya yatırım araçlarına yönelir. Hisse senedi sahipleri/yatırımcıları satış moduna geçer, hisse senedi fiyatları düşer. Zaten finansman zorluğu çeken firmaların finansman kaynakları azalır veya finansman maliyetleri artar.

Kısaca belirtmek gerekirse, agresif, keyfi ve kesimsel rant temelli ekonomi politikaları saadet zinciri gibidir: bal olduğu sürece zincir genişler; bal bittiğinde hemen darmadağın olur. AKP hükümetinin geldiği nokta budur. YEM söylemi ve kur korumalı TL mevduatı uygulaması bu saadet zincirinin son halkasıdır. Suni bir stabilite duygusu verirler, ama Türkiye halklarının ihtiyacı olan gerçek stabiliteyi getirmez.

Bu nedenle, bundan sonraki yazılarımda saray hükümetinin keyfi ve rant temelli ekonomi politikasının aslında bilinen sonuçları yerine, teknolojik değişimin niteliğini dikkate alan, adil, kapsayıcı ve sürdürülebilir bir ekonomi politikasının parametreleri üzerinde durmayı umut ediyorum.

____________

*Mehmet Uğur
Ekonomi ve Kurumlar Profesörü
Greenwich Üniversitesi
Greenwich Ekonomi Politik Araştırmaları Merkezi