Önemli anlaşmazlıklarda bir sorun çetin, amansız ve çözülemez bir noktaya gelmişse o sorunun aşılması yakın demektir. Bu demek değildir ki sorunlarımızı içinden çıkılamaz hale getirdikten sonra çözme yoluna gidelim.

Hazır silahlar susup seçimlerden sonrası “yeni anayasa” gündemdeki yerine “taht” kurmuşken Kürt Sorununda adil ve hakkaniyete uygun bir ses çıkmalıdır. Yoksa Allah korusun sonraki süreçte şiddet sarmalı hepimize asla arzu etmeyeceğimiz acılar yaşatacaktır.

Türkiye bu acıları yaşatmakla dereceye girecek kadar başarılı! bir ülkedir. Din-devlet-laiklik, Sünnilik-Alevilik, terör-anarşi ve Kürt sorununu içinden çıkılmaz hale getirmeden çözemezdik sanki. Oysa bütün saydığımız sorunlarımızı basit bir empati ile çözmemiz içten bile değildi. Kardeşlik duygularımız, birlik ve beraberliğe verdiğimiz değer, insan hakları ve özgürlüklerinin vazgeçil(e)mezliği bilinci ve kabulü ile bu sorunu rahatlıkla çözebilirdik. Ayrıca bu sorunları bir çırpıda çözmemiz için kültürümüz ve inancımız yeterince çözüm reçeteleri barındırıyordu.

Kürt sorunu dediğimiz faili malum/meçhullerle birlikte 60 bin insanımızı kaybettiğimiz bir sorundur. Son 28 yılımızı kan ve gözyaşı içinde geçirmemize, yüz milyarlarca dolarlık ekonomik kayba neden olan bir sorun.

Peki, niçin çözülmedi/çözülemedi?

Bir sorunu çözebilmemiz için öncelikle o sorunun varlığını yani “ne” olduğunu belirleyip kabul etmemiz gerekiyor. Başka bir deyişle mevcut sorunun adını doğru koymamız ve sorunu teşhiste isabet etmemiz gerekmektedir. Eğer var olan problemi/sorunu isimlendirmede/tanımlamada yanlış yapılırsa ve hele hele bu yanlış “art niyetli” ise ve/ya çözüme yardımcı olacak şekilde değilse o zaman sorunu çözümsüzlüğe kendi ellerinizle sürüklemiş oluruz.

Kürt sorunu da böyle; Osmanlı döneminde varlıkları, kimlikleri, kültürlerinden dolayı hiçbir sorun yaşamayan  Kürtlerin, cumhuriyetle beraber inkâr ve asimilasyona tabi tutulduğunu müşahede etmekteyiz. Kürtlerin ayrı bir etnisiteye ait olduğunun yani bu ülkede binlerce yıldır adına “Kürt” denen bir halkın da yaşadığının kabul tartışmaları neredeyse bir asrı bulacaktı.

Ama (bir sürçü lisan mı desem, hesapsız kitapsız ifade mi desem, ya da siyasetin cilvesi mi) 1991–1993 döneminin Başbakanı, sonraları Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı olacak Süleyman DEMİREL (1993–2000) yanında merhum Erdal İNÖNÜ’nün de bulunduğu bir gün Diyarbakır meydanında (1991) “Kürt Realitesini tanıyoruz” diyerek “buz” gibi bir tespitte bulundu. (buz gibi’liği sonradan ifadenin eriyip buharlaşmasıyla alakalı) Dedi hazret ama deyiş o deyiş… Ne gelen oldu sonradan, ne giden. Bu Kürt realitesini tanımak nece bir şeydir… ne yer, ne içer… Soran yok… (gerçi ‘S. DEMİREL demiş ise desin boş ver’ dememiz gerekiyordu. Zira hazret nasıl olsa bir süre sonra ‘dedimse dedim, dün dündür…’  Ya da ‘Kürt sorunu var dedik de ne oldu? Vaısa vaadır, yoğusa yoğudur’ diyebilirdi) bu yıllarda (1993-1998) onbini aşkın faili meçhul yaşandı. Generaller ilk kez bu süreçte “PKK” tarafından öldürüldü. Köy yakmalar ve göçler de bu dönemin eseri…

Sorunun adı doğru konulmayınca doğal olarak sağlıklı tespit ve gereği gibi kalıcı çözüm de bulunamaz. Zira adına Kürt denilen bir halkın varlığını tartışma konusu yaparsak ve baskın olan görüş böyle bir halkın yaşamadığı yönünde ise geriye çözeceğimiz bir sorunumuz değil; nur topu gibi çözülemez bir sorunu büyütmüş oluruz. Kan, gözyaşı ve kaosa varacak çapta anormal ortam olunca da gördüğünüz gibi üzerinden yıllar geçmesine rağmen ‘sorun’un var olduğu gerçeğini de inkâr etmek mümkün olamamaktadır. Kelimenin tam anlamıyla (tüm ısrarlarımıza rağmen) yıllarca sorunun adını, teşhisini, tedavide kullanılacak araç ve gereci doğru tespit etmedik/edemedik. Kabul ediyoruz; sonradan sorunun bir boyutu güvenlik tedbirlerini gerektirebilirdi. (keşke hiçbir şekilde şiddete gerek duyulmasaydı) Ama deve sadece hörgücünden, fil yalnızca hortumundan ibaret değildi ki…

Daha açık konuşalım. Kürt sorununu yıllarca “terör sorunu, Kürtlerin bilmem kaçıncı isyanı, doğu sorunu, fakirlik/geri kalmışlık meselesi vs.” gibi en önemli boyutunu görmezsek neredeyse PKK’ yi Kürtlerin! tek ve vazgeçilmez hamisi! durumuna getirecekti. Kürtlerin varlığı inkâr edilmeseydi, Kürt diline “kamusal alanda” yasaklama getirilmeseydi ve Kürt-Türk kardeşliği geçmişte olduğu gibi essah bir temele oturtulsaydı, nihayet 12 eylül darbesiyle beraber cuntanın ürünleri olan imha operasyonları ve Diyarbakır zindanındaki insanlık dışı olaylar/cinayetler ini yaşamasaydık şimdi bu sorunu silah ve bomba sesleri arasında konuşma zorunda kalmazdık. Belki de bu sorun çok önceden kardeşliğe yakışır bir şekilde kapanmış olacaktı… Ama olmadı, bunu başaramadık. Demiştik ya bizde önce bulanıklık son kerteye getirilir sonra çözüme dönük adımlar atılır.

ÇÖZÜM, AMA NASIL?

İtiraf etmeliyim ki sorunun çözümüne yönelik hiçbir zaman bu kadar ümitli olmamıştım. İlk kez sorun çözülür diye ümit taşıyorum. Sebeb sorunun çözümüne yönelik iyi niyet taşıyan insanların etkili ve yetkili konumda olmalarından ziyade; artık Türküyle-Kürdüyle dökecek kanımız ve gözlerimizden akacak bir damla yaşımızın kalmayışıdır.

Oldum olası bu soruna yönelik iki, en fazla üç farklı yaklaşımın varlığına tanı olmuşuz.

Nedir bu farklı yaklaşımlar/söylemler?

İnkârcı-Retçi-Asimilasyoncu (“Kürt ve/ya Kürt sorunu diye bir şey yoktur” anlayışındaki) yaklaşım. Tutmazsa;

Militarist (en çok denenen ve sonuç alınmayan “öldürelim, imha edelim” e dayalı) yaklaşım,

İnsani-Demokratik-Adil ve de Kardeşçe (evrensel/tabii insan haklarına dayalı) yaklaşım.

Şimdi sözü daha fazla uzatmadan bu yaklaşımları mercek altına alalım.

Birinci yaklaşım, yani “Kürt diye bir halk yoktur” söylemi zaten iflas etmişti. Ortada Türk kardeşleri ile asırlarca dilleri, kültürleri farklı ama insanlık ve inanç idealleri aynı olan bir kardeş halk vardı, bu halk da Kürtlerden oluşuyordu. Yok saymak tutamazdı ve tutmadı da... Bunun yerine kardeşlikten kaynaklı haklarını kabul etmeyip asimilasyona tabi tutma çabaları onlarca yıl devam etti.

Zorunlu iskân politikası, kültürel asimilasyon, dilin kullanımının kısıtlanması gibi yollarla denenen asimilasyon politikası da çöktü. İşin garip tarafı asimilasyon “habersiz, sinsi” bir şekilde sürmektedir. Zira Kürt ailelerinin kayda değer kısmında Kürtçe konuşulmadığı için tamamen unutulmaya yüz tutmuş bulunuyor. Oysa devlet kardeşlerinin dillerini geliştirmelerine dair politikalar üretmeliydi. Bunun yerine Malazgirt’te, Haçlı Seferleri’nde, Çanakkale’de ve Kıbrıs’ta bildikleri, tanıdıkları kardeşlerinin dillerini bir gece uyandıklarında yok saymışlardı.

İkinci yaklaşım on yıllarca en çok denenen militarist yaklaşımdır. Bu “devlet yaklaşımı” da denilebilen tarzdır. Bu yaklaşımı gösterenler: “Bu bir terör sorunudur. Bir kısım şaki insan dışarıdan da destekle ülkemizin birlik ve beraberliğini bozmak, ülkemizi bölmek istiyorlar. Dolayısıyla ‘tek bir terörist kalmayıncaya kadar’ mücadeleye aynen devam edilmelidir” diyorlar(dı).

Böyle düşünenler “24 kez çıkarılan ‘Kürt İsyanına’ bir 25. si eklendi, öncekilerini nasıl bastırdıysak bunu da öyle bastırırız” diyorlar(dı).

Peki, sonuç? 10 yıl, 20 yıl, 50- 100 yıl sonrasına yönelik bir planınız var mı?

Bu soruyu bize soranlara cevabımız;

Evet, bu sorunu çözmeye yönelik kütüphane dolusu yazılar yazıldı. “Ama”lar faslını saymazsak çok kolay yollardan çözüm bulmak mümkün görünüyor… “ama”ları saymazsak…

Aslında soruna Irak işgali sonrası durumun oluşturduğu “Bağımsız Kürdistan” fobisi tuz biber ekti. Demokratik çözümü engelleyen güçler için bulunmaz bir bahane…

“Kürt sorunun uluslararası boyutu ve özellikle Irak Savaşı sonrası sivil savaş ve siyasi parçalanma olasılığının artmasının Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt devleti kurulma olasılığını güçlendirmesi, bu sorunun demokratik çözümü için çok önemli bir siyasi engel yaratıyor.” (F. KEYMAN Radikal 26.03.2006)

Şimdi durum bu diye meseleyi ertelememiz mi gerekiyor? Asla… Her geçen gün kan akmakta, analar yüreklerini Ağrı Dağ’ının karı ile serinletmekte, bölge her geçen gün biraz daha karamsarlığa doğru kaymakta iken –zaten mantıkla açıklanabilir tarafı olmayan meselenin çözümsüzlüğünü– büsbütün izahsız bırakıyor.

O halde ne yapılmalı? Ne yapılmalı ki mesele çözüme kavuşsun?

Bir sonraki yazıda…

Selam ile.