Girit labirentleri, Hint bülbülleri, gül bahçeleri ve nice haberden sonra, zamanının bu tatlı ve baş belası tasarımıyla oynayan kim? Çarşaflara sarılıp bohçalanan günlük giysileri birer paçavra, her süslü sözü bir palavra. Mavi bir atım olsun isterdim, kefenim yelelerine dolanan. Üzerimdeki kızıl pelerinle, hızlandıkça kanıma bulanan. Oklar bir bir saplanırken göğsüme, siper ettim senin birkaç bakışını.



Lacivertti. İnci gibi dizilmişti, ince ama incelikli. İncitti ve gitti. Sevmeseydi, gelmeseydi. Kendini böyle vermeseydi. Kederim ne tekindi ilkin. Bu alınganlık, bak, bir gün, seni öldürecek. Derdi. Hâlbuki dönemecin hemen ardındaydım. Atımın üstünde, labirentin içindeydim, gelinciğin izinde. Belli belirsiz bir zirvenin dibindeydim, servilerin gölgesinde, eskilerin en yenisinde.



Zamanın ruhundan ziyadesiyle uzaktayken, ben yokken oldu olan, ben varken süt limandı. İki sandalye arasında unutuldu, acıtarak soyundu, bir melek, bir misafir. Armağanlı ama yüksüz, dağdağalı ve süssüz. Yelkovankuşları da uçtular, alnımın pâk perçemlerine bakmadan. Yazıklar olsun, daraldı ve tamamlandı sere serpe bir çember daha. Elmaslar karnımda parçalandı...