Laiklik kelimesi Yunanca laikos sıfatından gelir. Latincesi laicus'tur. Laos; halk, kalabalık, kitle demektir. Laikos; halka ait, ruhban olmayan demektir. Laicus; dinsel olmayan demektir. Laiklik Osmanlı döneminde Ziya Gökalp'ın La-dini (dini olmayan), Ahmet İzzet Paşa'nın la-ruhbani ve Ubeydullah Efendi'nin iş hükümeti deyişleri ile açıklanmaya çalışılmış olup bir süre kullanılan layisizm deyişi yerini zamanla laiklik terimine bırakmıştır. Rönesans ve Reform'un başlamasıyla laiklik terimi, felsefi, hukuki ve siyasi bir anlamla genişleyerek devlet ve din ilişkilerine ait söylemi ifade etmeye başlamıştır. İngilizcede papazdan başka bütün halka lay, laity denir ve laic, secular kelimeleri de cismaniliği ifade eder. Latince seaecularis'ten gelen secular, özellikle İngiliz ve Alman toplumunda kullanılır.

Konuya siyasi pencereden bakacak olursak laiklik, devlet ile din işlerinin ayrılmasıdır. Laik devlet, bir dine inanıp inanmama meselesini özel bir problem olarak değerlendirir. Kişilerin sadece maddi yönüyle ilgilenir, kendisi devlet olarak hiçbir dini taşımaz, hiçbir dini ayine iştirak etmez, edemez. Fakat kişilerin her türlü dini özgürlüklerini kabul eder. Devlet dini esaslara dayanan kanunlar yapamayacağı gibi, bütün dinlere eşit mesafede durur ve hiçbir şekilde dinlerin ibadet hüküm ve kurallarına müdahale edemez. Bununla birlikte din adına devlet düzenini bozacak davranışları önlemekle yükümlüdür.

Laikliğin felsefi temelleri, Rönesans, Hümanizm ve Reform hareketleri ile başlar ve akım düşünürlerinin eserlerinde kaynaklarını bulur. 16.Yüzyılda İtalya'da doğan Rönesans, sanat ve edebiyatta Katolik Vatikan Papalığından ve onun dinsel temalarından uzaklaşarak antik Roma ve Yunan sanat ve felsefecilerinden beslendi. Yayıldığı ülkelere göre içerdiği sanat ve edebiyat tarzının farklı alanlarda oluşmasına yol açtı. Sanatta olduğu gibi edebiyat ve felsefe alanlarında da antik dönem eserlerine dönüşü simgelemesi Yeniden Doğuş olarak nitelenmesini sağladı. Rönesans, skolastik öğretileri yıkıma uğrattığı gibi canlandırdığı hümanist ve akılcı akımları, Avrupa ülkelerinin 18. yüzyıl Aydınlanma Çağı düşünürlerine miras bırakarak ve kökleri M.Ö.6.yüzyıla kadar dayanan Hümanizm'in tekrar canlanmasını hazırlayarak insan haklarına duyulan ilgi ve saygının başlatıcısı oldu.

Eski çağlardan beri din, insanlığın günlük yaşamında, toplumsal düzende ve devlet yapısında etkin bir unsur oluyordu. Din adamları Hıristiyan dininin kurallarına göre insanların yaşamını yönlendiriyorlardı. Zamanla değişen ve gelişen ticaret ilişkileri, kentlerin zenginleşmeye başlaması, Hıristiyan olmakla birlikte ayrı mezhepten olanların çoğalması gibi etkenler Hıristiyan dininin dönemin yeni koşullarına göre yeniden gözden geçirilmesini gerektirdi. 16. yüzyılda dinde Reform hareketi oldu. Edebiyat, sanat ve bilimde Rönesans diye adlandırılan canlanma ve atılım dönemi de 15. ve 16.yüzyıllarda gerçekleşti. Böylece Hıristiyan dünyasında din, yaşamın birçok alanında etkisini yitirmeye başladı. Özellikle eğitim ve öğretim alanında yenileşmeler oldu. Din kurallarına göre eğitim yapan kurumların yanı sıra özgür düşünceye ve inanç özgürlüğüne dayanan eğitim kurumları devlet tarafından açılmaya başlandı. 1789 Fransız Devrimi'nden sonra laiklik yavaş yavaş devletin bütün kurumlarında ve toplumda kendini kabul ettirdi.

Türkiye'de ise, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması yolunda hukuk alanında yapıldığı iddia edilen yenilikler, 1924 yılında bizzat devlet eliyle Diyanet İşleri Başkanlığı'nın (DİB) ihdas edilmesi laiklik alanında büyük bir tutarsızlığı simgelemektedir. Zira kurulduğundan beri bir dinin bir mezhebini temsil eden DİB, günümüzde toplumsal hayata adeta yön veren bir devlet kurumu rolünü oynamaktadır. Bununla beraber gerek mevcut iktidar temsilcileri ve gerekse muhalefet partilerinin büyük çoğunluğu “halkımızın kutsal saydığı değerlerin korunması” adı altında hayatın dinselleşmesi ve bilimsellikten uzaklaşması konusundaki gericileşmeye çanak tutmaktadırlar.

Oysa, “halkın kutsal saydığı değerlerin korunması”, bir devletin görevi olamaz. Bu, 18. yüzyıldan bu yana insanlığın düşün dünyasında vücut bulan eleştirel düşünceyi boğan bir anlayış olduğu gibi, farklı olanların tepesinde sallanan bir Demokles kılıcıdır. Çünkü din, göksel kaynaklı bir emirler sistemi değil, verili tarihsel koşullarda, dönemine göre toplumsal ilişkilerde biçimlenmiş bir görünürlüğü olan “kültürel” yapıdır.

 Ayrıca din karşısında farklı tutumların, birden fazla dinsel sistemin, bir din hakkında farklı ve çelişik yorumların benimsendiği bir toplumsal-kültürel ortamda dinin kamusallığını kabullenmek, içinden çıkılmaz sorunlara yol açmaktadır. (Örneğin Kuran kurslarında çocuk tecavüz ve istismarları hafızalarımızdan çıkacak gibi değil...) Çoğunluğa ait dinsel kurumların toplumda başat kılınması, dinin devlet eliyle küçücük çocuklara öğretilmesi, din kurumlarının kamu kaynaklarından beslenmesi, diğer inanç sistemlerinin mensupları ve ateistler açısından açık bir hak ihlali ve eşitsizlik olduğu şimdiye kadar defalarca kanıtlandı. Öte yandan, bireylerin dinsel duygularını sınırlayacak bir mekanizma olmadığından, dinsel kimliği nedeniyle atanmış devlet görevlilerinin yetkilerini kendi cemaati lehine kullanmayacaklarının hiçbir garantisi yoktur.

Olayları dinlerin veya geleneksel inanç ve törelerin buyrultularıyla değil de, bilimsel bilginin yol göstericiliği ile bakabilen insanlara düşen tarihi görev, dinin kamuyu ilgilendiren bir mesele olmadığını vurgulamak, kamusal alanı dinin tezahürlerinden arındırmak olmalıdır. Din, özel alana hitap eden bir durumdur. Bireyler ve cemaatler, dilediklerine inanmak ve (başkalarına, doğaya, kamu sağlığına vb. zarar vermemek koşuluyla) dinsel inanç ve ibadetlerini sürdürmek konusunda özgür olmalıdır. Dinsel görüngüleri yasaklamak, bastırmak gerçek manada laikliği savunan bir aydının işi olamaz, olmamalıdır. Ama dinin bir tahakküm aracına dönüşmesinin veya devlet eliyle dönüştürülmesinin, din adına kamu kaynaklarının yağmalanmasının önüne geçmek, halka, topluma karşı sorumluluk duyan her aydının işidir.

Zira, en klasik anlamıyla laiklik, bir ahlak, değer vb. sistemi değil, yurttaş - yurttaş ve devlet - yurttaş ilişkilerinin düzenlenmesi olarak bir hukuk ilkesidir. Laikliğin bir diğer tanımı, 'din ile devlet alanlarının birbirinden ayrılması' ve devlet yönetiminin akla ve toplumsal sözleşmeye dayalı, “dünyevi” kaynaklı, değiştirebilir yasalara dayandırılmasıdır. Kısacası, 18.yüzyıldan bu yana hukuk, insanın günlük yaşamına her türlü dinsel ve uhrevi müdahaleyi dışlayan bir alandır. Hukuk, bir devletin yurttaşlarının farklı inanç sistemlerine bağlı, ya da inançsız olabileceği ön kabulüne dayanır ve bunu sorun haline getirmez, dinlerin doğruları, yanlışları veya günahları, sevapları ile ilgilenmez.

Laikliğe bilimsel manada yaklaşım, devletin dinsel ideoloji ve kurumlarla bütünüyle ilişkisini kesmesi, dini inananların uhdesinde bırakmasını gerektirir. Ama aynı zamanda bir dinsel grubun diğer(ler)i üzerindeki tahakkümünü engelleyecek mekanizmalar ve belki de en önemlisi, dinsel inançların kişisel bir tercih ve seçim olmasını güvence altına almasıdır.

Sonuç olarak, devletin bireysel özgürlükleri çeşitli cemaatlerin kolektif baskısı karşısında koruması, bireylerin inanma olduğu kadar inanmama özgürlüğüne sahip çıkması gerekir. Vicdan özgürlüğünün önkoşulu, bireyin dinsel tercihlerini özgür iradesiyle yapacak koşullara sahip olmasıdır. Bu yaklaşımda hiç kuşku yok ki, ne Diyanet gibi bir kuruma, ne de eğitim müfredatında din derslerine hiç gerek yoktur. Bunlar, inananlar topluluğunun işi olmalıdır.