Yedi TİP’li genci, çatışmada falan da değil telle boğarak, eterle uyutup kurşunlayarak öldüren katiller birer birer serbest bırakılıyor. Kaçıp kurtulmuş, zaten hiç içeri girmemiş olanlar da özel af niteliğindeki son yasa değişikliğiyle, MHP’lilerin törensel karşılamaları arasında geri dönüyor. Hapishanelerden hapishane, -daha doğrusu dinlenme evi- seçmesi için günlerce beklenen, seçtiği yerin şanına ve mevkiine uygun duruma getirilmesi için devletin seferber olduğu, Susurluk kılıçları (Gladyo) başta olak üzere, bildiğimiz bilmediğimiz bir sürü devlet erkânı tarafından ziyaret edilen Mehmet Ağar’ın nikâh şahitliğini yaptığı Haluk Kırcı ise (hani şu yedi TİP’li genci nasıl telle boğduğunu ballandıra ballandıra anlatan) özgürlüğü yeniden (kaçıncı defa?) tadacağı günü bekliyor.

Vicdan meselesi, hukuksal tartışma falan kaldırmayan bir noktadayız; insanın kusmak istediği noktada. Ve bu mide bulandırıcı çirkefi yaratanlar, kotaranlar, savunanlar ne yazık ki ülkeyi yani bizleri yöneten yasama ve yürütme erkinin mensupları ile onların zihniyetinin uygulayıcısı yargı erki. İş “kendi katillerini” korumaya, kollamaya geldiğinde, “kendi katliamlarını”: Çorumları, Maraşları, Sivasları unutturmaya, maskelemeye geldiğinde, iş Sünni-Türk faşizan ideolojiyi pekiştirmeye geldiğinde nasıl da domuz topu oluveriyorlar! Kuvvetler ayrılığı mavalı nasıl da kuvvetler birliğine, hatta tekliğine dönüşebiliyor! “Yargı bağımsızdır, biz yapmadık, yargı yaptı” mavalı nasıl da sırıtıyor! Altına işeyen çocuğun pipisini işaret edip, ben yapmadım bu yaptı, demesi gibi...

 

Katilleri tokuşturmak

Burunları Kafdağı’na kadar uzamış siyaset sahnesi Pinokyoları, son anda 3. Yargı Paketi’ne sokuşturuluveren özel yasa değişikliğini, “Durum  hakkaniyete aykırıydı, eşitsizlik vardı, solcu katiller 1991 yasa değişiklikleriyle tahliye edilmişti, sağcılar içerde kaldı” gerekçesiyle açıklıyorlar. Adalet komisyonu üyesi olmayan Ülkücü kökenli bir AKP milletvekilinin komisyona şahsen girip uğraşması, eski değil şimdi de Ülkücü olduğunu iftiharla açıklayan öneri sahibi AKP’li milletvekilinin sözleri, MHP’lilerin elde edilen sonucun Hükümetle pazarlığın başarılı ürünü olduğunu saklamamaları, yasadaki bu değişikliğin özel olarak müvekkillerinin tahliyesi için yapıldığını ifade etmeleri fazla söze gerek bırakmıyor.

1980 öncesinin cinnet ortamında işlenen cinayetleri, Çorum, Maraş, Malatya toplu katliamlarını, sağcılardan şu kadar solculardan bu kadar vicdansızlığıyla kıyaslamaya, ölülerimizi istatistik konusu yapmaya, sağcı katillerle solcu katilleri tokuşturmaya kalkışırsak bu kirli ortamda ruhlarımızın, yüreklerimizin, ahlakımızın biraz daha kirleneceği açık. Katilin Ülkücü, sağcı, solcu olması cinayeti, ölümü haklı gösterebilir mi?

Ama insanız işte, “bizden” olana karşı yüreğimiz daha yufka; aklımız, bizden olanın suçuna günahına bir kulp, bir gerekçe bulmaya daha yatkın. Geniş kesimleri yaralayan son tahliyeler konusundaki tepkiler, hukukî ve siyasî yorumlar bir kez daha gösterdi bunu. Medya ortamında tartışmaya katılan muhafazakâr sağ kesimden kalemler, tahliyelere gelen tepkileri hep aynı gerekçeyle püskürtmeye çalıştılar: “1991’deki Özal dönemi yasa değişikliğiyle solcular kayırıldı, kurtarıldı, tahliye oldu, bu Ülkücü vatan evlatları ise işledikleri her bir cinayetten ayrı ayrı ceza alıp toplamını yatmak zorunda kaldılar. Değişiklik, bu eşitsizliği gidermeye yöneliktir”.

 

Meselenin ya da tahliyenin püf noktası

Hukukçu değilim, uzmanlara danıştım, okuyup öğrenmeye çalıştım. Ve... Bu tahliyeler karşısında duyduğum öfke ve isyana rağmen, durum kişi bazında ele alındığında, evet, tahliye edilen bu cinayet hükümlüleri “mağdur katiller”miş demekten kendimi alamadım. Ama unutulan, bilinmeyen. Ya da bilip de söylenmeyen bir şey var. Ayrıntısını hukukçulara bırakıp şu kadarını hatırlatayım: 1980 öncesi suçlara ilişkin açılan davalarda özellikle de solcular Anayasa ve devletin müesses nizamını yıkma suçuyla yargılanmışlardı ve bu suçun cezası idamdı. Oysa haklarında benzer eylemler yüzünden dava açılmış Ülkücüler, devlete karşı suç işleyen kategorisinde sayılmadıkları için, bir yıldan iki yıla kadar hapis cezası ile yargılanıyordu. Bu, devletin kendi kullandığı paramiliter güçlere bir kıyağıydı. (80 öncesinde Demirel’in, “Bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz”, veya Ülkücüler için “Devlete yardımcı gençler” sözlerini unutmayalım.) Eğer bu davaların sanıkları bir cinayete de karışmışlarsa, solcu iseler zaten idamla yargılandıkları için ayrıca idama mahkum edilmiyor, eylemleri cezası idam olan tek bir suçun içinde görülüyordu. Ülkücü iseler, cinayetleri adi suç sayılarak ayrıca yargılanıyordu.

1991’de, Özal döneminde, 80 öncesiyle bir çeşit ödeşme de sayılabilecek utangaç affa yönelik yasa değişiklikleri, Anayasayı kaldırmak ve devletin müesses nizamını yıkmaktan, (146’dan) idamla yargılananların cezalarını on yıla indirince, bunlar on yıl yatıp şartlı tahliye oldular. İdamla değil de cinayet suçundan müebbetle yargılanan Ülkücüler ise (7 TİP’linin katilleri misali) her bir cinayet için ayrı ayrı 10 yıla mahkûm edildiler. Hani, kahır yüzünden lütuf diye bir söz vardır, burada tam tersi olmuş, lütuf yüzünden sonuçta kahra uğramışlardı.

Burada bir eşitsizlik var mı? Evet var. Ama yedi TİP’li gencin öldürülmesi olayının Türkiye’nin de taraf olduğu uluslararası sözleşmelerdeki  insanlık suçu tarifine nasıl harfiyen uyduğu, bu suçun indirime ve zaman aşımına tâbi olmadığı gözönünde bulundurulursa, şekli hukuka göre verdiğimiz “evet” cevabının hukuğun vicdani özü gözönüne alınırsa “hayır”a döndüğü de bir başka gerçek.

 

Kürtlere Eşitlik Yok mu?

Yedi TİP’li gencin katillerinin mağdur durumda oldukları gerekçesiyle suçlular, katiller arasında eşitlik talep edenlere bir sorum var: Adam öldüren sol eylemcilerle adam öldüren sağcıların ceza süresini eşitlemeye çalışıyor ve bunu eşitlik duygunuza dayanarak açıklıyorsunuz. İyi de o zaman, bu eşitlik duygunuz Kürtlere gelince niye sağırlaşıyor? Kürt örgütlerine mensup eylemcilerden adam öldürenler niye sağcı veya solcu katillerle eşitlenmiyor, niye müebbet yatıyorlar?

Hatırlatalım: 1991 yılındaki şartlı salıverme yasasındaki dolaylı af düzenlemesinden, farklı oranlarda da olsa sağcılar da, solcular da, adi suçlular da, ırza geçenler de, dolandırıcılar da, uyuşturucu kaçakçıları da dahil herkes yararlanmıştı. Bir tek, dönemin ceza kanununun 125. maddesinden mahkum edilen PKK ve diğer silahlı kürt örgütlerine mensup olanlar kapsam dışı bırakıldı. Şimdi, yapılan son düzenlemelerle sağcılar ile zamanın solcuları arasındaki eşitsizliği, sağcıların mağduriyetini giderdik diyorsunuz. İyi, hoş da 1991 düzenlemelerinden hiç yararlandırılmayan Kürt örgütleri mensupları için de vicdanınız eşitlik diye inliyor mu? Mağduriyet hassasiyetiniz ve eşitlik tutkunuz Kürtlere gelince neden dumura uğruyor?

 

Mağdurum Başbakan!

Ülkücülüğü hiç bırakmadığını iftiharla açıklayan AKP milletvekilinin sözleri ibretlikti. Beni bu yazıyı yazmaya iten de asıl bu sözler oldu: “Teklifi hazırladık, Başbakan’a gittik, Başbakan ‘mağduriyet var mı’ diye sordu, ‘var’ dedik, talimat verdi, değişiklik pakete girdi.”

Mağduriyetlere pek hassas olduğu, insanlık suçu işleyenlerin salıverilmesi için bile “mağduriyet var mı?” diye sormasından belli olan Başbakan, benim gibi mağdur bir kulunun çığlığına da kulak verir elbet!

Mağdurum Başbakan! Şu yaşa geldim, devri iktidarınız dahil elli yıldır aynı korkular, aynı sorunlar, aynı keyfilik, aynı adaletsizlik, aynı hukuksuzluk, aynı Demokles kılıcı altında yaşamaktan mağdurum. Dün darbe korkusunun, sıkıyönetim mahkemelerinin, askeri tutukevlerinin, işkencehanelerin, asker-sivil laikçi muktedirlerin, vesayetçiliğin mağduruydum; bugün şahsınızda temsil edilen sivil vesayetin bunaltıcı havasının mağduruyum. Mağdurum Başbakan! Parasız eğitim isteğiyle pankart açan öğrenciler, ülkemin sularını, ormanlarını, doğasını, insanlarını tehdit eden HES’leri protesto edenler, kazanılmış hakları ellerinden alınıp patronların önüne av olarak atılmış işçiler, miting yapmak isteyen Kürtler, bedenlerinin akıllarının kendilerine ait olduğunu haykıran kadınlar, adam öldürmeyi reddeden vicdani redciler, sizin kafanızın almadığı, yetmediği haklar peşinde olanlar tutuklandığı, cezalandırıldığı, hayatları karartıldığı için mağdurum. Anasının sütü kadar helâl anadilde eğitim hakkını kullanamayan Kürtler yüzünden, Alevilerin Müslüman olup olmadıklarının tartışılması, cem evlerinin ibadethane sayılmaması yüzünden, ikide birde “dini Zerdüşt olanlar” deme pervasızlığınız yüzünden mağdurum. Komik bile denemeyecek iddianamelerle, delilsiz ispatsız içeri tıkılan, aylarca, yıllarca hapishanelerde tutulan, hayatları karartılanlar yüzünden mağdurum. Bütün özgürlükleri, hakları, adaleti, mağduriyeti sadece kendi iktidarınız ve “sizinkiler”le sınırladığınız için mağdurum. Beğenmediğiniz heykelleri ucube diye yıktırdığınız, tiyatrolarımıza, kültürel kurumlarımıza saldırdığınız için, bedenimize, yaşam tarzımıza, içkimize, keyfimize maydanoz olmaya kalkıştığınız için, sizden farklı olanı, farklı düşüneni “tasmalı”, hain, ahlaksız, vb. ilan ettiğiniz için mağdurum. “Hepiniz Ermenisiniz, hepiniz piçsiniz” pankartları altında nefret söyleminin daniskasını sergileyen, her lafı aklımıza yüreğimize zarar bakanlarınız yüzünden, Kürt deyince kırmızı görmüş boğaya dönüşen “vur kurtulcu” danışmanlarınız, yardımcılarınız yüzünden, köhnemiş yayılmacılığı, emperyal emelleri, yedi düvele düşmanlığı vizyon diye pazarlayan -ve de çuvallayan- dış siyaset mimarlarınız yüzünden mağdurum.

Daha pek çok nedenle mağdurum Sayın Başbakan. Sakın, “Sana ne oluyor kadın, sana dokunan mı var? Bak istediğin gibi yazıp çiziyorsun” deme. Hani vicdan denilen herkesin sözünü edip pek azımızda bulunan bir acaip hastalık var ya! Vicdan, başkalarının mağduriyetlerini içinde duyup ötekinin mağduriyetini kendisininkinin önüne geçirmek, kendisinin kılmaktır. Başka da bir tanımı yoktur. Vicdan acımak, merhamet etmek değildir, başkasının mağduriyetine isyan etmektir. İşte bu yüzden Sayın Başbakan, öyle bir mağdurum ki sorma. Bir talimat da benim için ver, mağduriyetim giderilsin.