Bir gün Malatya’nın Arapgir ilçesini, iki gün de Arapgir’in Onar köyünü; özellikle köydeki, Romalılardan kalma kaya mezarlarını gezdikten sonra, Erzincan’ın Eğin (Kemaliye) ilçesine geldim. Eğin’e vardığımda akşam karanlığı çoktan çökmüştü ilçeye. Meğer akşam, erken inermiş yeşil Eğin’e.

Öğretmenevine yerleştim. Sabah, erkenden kalkmak üzere saati ayarladım. Saate gerek kalmadan, ezan sesiyle uyandım. Sabah ezanları, hep tuhaf bir mutluluk doldurmuştur içime; yalnızlığıma yoldaş olmuştur. Gün doğmadan yola düşmeliydim; zamanı çok iyi kullanmalıydım. Kamera, not defteri ve fotoğraf makinesini sırt çantama koyup çıktım sokağa. Burada güneş geç doğarmış, erken batışı gibi. Oldukça yüksek dağlarla çevrili Eğin. Önünden de boydan boya Karasu akıyor, Fırat’ın bir kolu olarak. Eğin’i, coğrafi konum olarak Amasya ilimize benzetiyorum.

İlk fotoğrafı, öğretmenevinin penceresinden çekiyorum. Ezan sesinin geldiği Fatma Libas Tiryakioğlu Cami, tam karşımda. Cumhuriyet Caddesi’nde ilerliyorum. Öğretmenevinden ilçe merkezine ilerlerken solda Kültür Merkezi ve müze var. Sağda TOKİ konutları, gözüme çarpıyor. Yer sıkıntısı çekildiği her halinden belli olan bir antik ilçedeyim. İlçe, dağın yamacına kurulmuş. Seki seki Karasu’ya kadar iniyor. Düz alan bulup da oraya bina kondurmak mucizedir böyle coğrafyalarda. Yer bulma mucizesini sonradan öğreniyorum. Eğinli halktan birinin söylediği mani, tam da burada cuk oturuyor yerine. Bu anlamlı mani, Eğin’in yerel gazetesi Dut Ağacı’nda yayımlanmış:

Danzikgilin Ev

"Yıkıldı mı Danzikgilin binası?

Nerde oturacak, garip anası?

Çağır gelsin, Kirkor ile Minas’ı

Yaptığı evler, yıkılır oldu

Dozer çengeline takılır oldu.”

Eğinli Oba Bibi (Hatice Zahide Sağçolak)

Karasu’ya hâkim bir yamaca kurulmuş muhteşem bina. Bir şaheser, zarif, onurlu, vefalı; ama küskün, kırgın, mazlum bir insan gibi görünüyor gözüme. Bu şaheserin üzerinde “ Halı Şirketi 1915 “ yazıyor. Her açıdan fotoğrafını çekiyorum. Üç katlı, kesme taştan, şahnişinin alt kısmı bile oya gibi işlenmiş, harika bir sanat eseri. Ermeni mimarisinin ince beğenisini yansıtıyor. Surp Kevork Kilisesi olduğunu öğreniyorum. Kapılarındaki kutsal figürlerin üzerinin saclarla kapatıldığını, kapıların önüne metal sabitleştirici yerleştirildiğini, böylece hırsızlara karşı koruma önlemi alındığını öğreniyorum. Kimseler görmüyorsa ne derece doğrudur koruma adına en güzel sanat eserini kapatmak? Bu kilisenin bir süre hapishane, bir süre de halı şirketi olarak kullanıldığını öğreniyorum. Şimdilerde ise en alt katı kafeterya, üst katta bir bölümünün de özel müze olarak kullanıldığını öğreniyorum. Müze kapalı olduğundan müzeyi gezemiyorum.

Sabahtan akşama kadar durmaksızın gezdim. Eğin’de binlerce fotoğraf çektim. Görüntülediğim her şey çok değerliydi. Cumhuriyet Caddesi’nde ilerliyorum Eğin’in merkezine doğru. Solda, koruma altına alınarak iyileştirilmiş, oldukça büyük bir konukevi kendini gösteriyor. Cadde boyunca ilçenin tarihsel dokusuna aykırı bir yapı göremiyorum. Halk Kütüphanesi, İnternet evi, Basın Müzesi, Kent Arşivi, İstiklal İlköğretim Okulu, Mukaddes Muhlis Cüher İlköğretim Okulu, İtfaiye garajı, Milli Piyango, Halı saha tesisleri, Hükümet Konağı… Hükümet konağını öğleden sonra ziyaret ettiğimde, zemin katta Malatyalı işçilerin onarımla uğraştığını göreceğim. Hükümet konağının karşısında Ziraat Bankası yer almış.

 Bense merkeze varmışken sağa dönüyorum. Arapoğlu Sokak’tan Karasu’ya doğru, doğal, dar, taş basamaklardan aşağı doğru yol alıyorum. Taşla ahşap nasıl da güzel buluşmuş bu konaklarda. Bahçelerin arasındaki bu eski, dışı ahşap kaplı, kararmış, yamulmuş, kanatlı kapıları Eğin kapı tokmaklarıyla süslenmiş Eğin evleri kadar sıcak ev başka bir yerde yoktur sanırım. Her evi kendi evimmiş, sabah sabah ekmeğimi, gazetemi almış da evime dönüyormuşum gibi hissediyorum. Bu eski; ama sıcacık görünümlü evler, senin eviniz, diyorlar. Karasu’ya doğru inerken öğrencilerle karşılaşıyorum ya da çocuklarını okula yollayan analarla karşılaşıyorum. Hepsi selamıma sıcacık gülümsemeyle karşılık veriyor.

Merkezden Karasu’ya kadar, oldukça geniş bir alan bahçelerle kaplı. Bahçelere güz renkleri egemen artık. Yeşil, sarı, kırmızı, mor, erguvan… Bostanlarda turşuluk biber ve yeşil domates var, ekim ayının sonundayız. Dutlar, çoktan savmış sırasını. Ceviz, hurma, nar, ayva, fındık mevsimi şimdi. Eğin’in dutu ve cevizi ünlü tabi. Duttan pek çok çerez üretiyorlar. Dut kurusu, pekmez, içi cevizli orcik, pestil; hepsi dutla yapılan doğal yiyecekler. Üzümü de pek değerlidir de bahçelerde göremedim üzümü, manavlarda görebildim. Ekim sonunda üzümler de toplanmış tabi. Belki kış üzümleri duruyordur dallarda. Ermeni kardeşlerimiz, bir zamanlar yaşadıkları her yerde, üzüm asmalarının en kalitelileri yetiştirmişler. Eğin’de de bir zamanlar Ermeniler yoğun olarak yaşadığına, ürettiğine göre her yana, dağa taşa üzüm dikmişlerdir.

Eğin’in el dokuması halılarının da oldukça ünlü, değerli olduğunu biliyorum. Surp Kevork Kilisesi’nin üzerinde de halı şirketi yazıyordu. Eğin, halının üretildiği, ülke içine ve dışına kervanlarla ulaştırıldığı bilinir. Çok fazla zamanım olmadığından, hâlâ evlerde halı dokunup dokunmadığını araştıramadım. Dutların bunca çok olduğu bir yerde ipekböcekleriyle ipek üretilmemesi mümkün mü? İpek halılar da dokunmuştur el tezgâhlarında. Ermeniler, dokuma ustasıdırlar. Ermenilerden sonra dokumacılık sürdürülebildi mi? Bu sorularıma yanıtları, bir dahaki gidişimde arayabileceğim.

Öğleden sonra defalarca uğrayacağım Lökhane’de dutla cevizi döverek lök yapıyorlar. Lökhane’de su sesi, dibek sesi ve kahve kokusuyla mutlu oluyorsunuz. Bir de beş ateş denen çerezleri var. Beş ateşte de ceviz, dut, şeker ve bal buluşturuluyor. İçinde dört madde var; ama adı beş ateş. Lökhane’nin yanında bir de güzel su değirmeni var. Dağdan kaynayan su, değirmenin yanından ve altından akarak Eğin’in içinden Karasu’ya kadar kendini taştan taşa çalarak akıyor.

Bahçeler cennetinin sonunda Karasu’ya yakın bir bahçede duruyorum. Güneşin doğmasını geciktiren dağın eteği boyunca inleyerek akıyor Karasu. Akmıyormuş gibi görünüyor; ama inleye sızlaya akıyor. Dağın eteğinde bıraktığı aklığa bakılırsa, suyun debisi oldukça azalmış. Uzaktan bile bir buçuk metrelik bir su azalma izi görünüyor. Karasu, köylere artık bereket taşıyamıyor diye mi inliyor, sızlanıyor? Karasu, Anadolu’ya ihanet etmek zorunda bırakılmanın utancıyla, ihanete aracı edilmenin ezikliğiyle mi inleyerek karardıkça kararıyor?

Eğin evlerinin, rengârenk güz bahçelerinin arasında böylesine mutluyken, buradan gitmek istemezken, bereket kaynağı Karasu’ya bu kadar yakınken… Karasu’ya siyanür karışıyor olabileceği düşüncesiyle bunalıyorum. İçime bir sıkıntı çöküyor. Karasu gibi karardıkça kararıyor yüreğim. İndiğim doğal taş yoldan yukarı doğru yürüyorum. Bahçelerden ve o güzel Eğin konaklarından gözümü alamıyorum. Sürekli fotoğraf çekiyorum. Fotoğraf makinemin pillerini şarj etmiştim; ama hafıza kartının dolacağını aklıma getirmemiştim. Tam Eğin merkezine varmıştım ki restore edilmekte olan yapıları çekmek isterken hafıza kartı dolu uyarısı aldım. Buradan önce Arapgir ve Onar köyünde binlerce fotoğraf çekmiştim. Olacağı buydu. Eğin’de güneş geç doğduğundan, iş yerleri de geç açılıyormuş. Çözüm için arayışa başladım. İnternet evleri kapalı, karakola gidiyorum. Polislerden yardım istiyorum.

Karakoldaki bilgisayarlarda, hafıza kartı girişi bile yokmuş. Bu işlerle uğraşan Ayhan beyi arıyorlar. Ayhan beyin telefonu kapalıymış. Bu arada kimliğimi alıp içeri giriyorlar. Kendi ayağıyla gelmiş birinin kimliğini sorgulamaları beni üzüyor biraz. Akşam kaldığım öğretmenevinde kimliğim kayıt altına alınmıştı, diyorum. Oradan ayrılıp karşı binadaki Eğin Belediyesi’ne gidiyorum. Binaların tümü, restore edilmiş eski konaklar. Belediyede fen işlerinde inşaat mühendisi olarak görev yapan Ahmet Korkmaz Bey, yardımcı oluyor bana. Kopyalama işlemi uzun süreceğe benzediğinden, Ahmet bey, kendi hafıza kartını bana ödünç veriyor.

Belediyenin bahçesindeki hayvan heykellerini ve Eğin adının Mustafa Kemal’in emri ve bakanlar kurulunun 21.10.1922 tarihli kararıyla Kemaliye olarak değiştirilmesini açıklayan yazının yer aldığı mermerin fotoğraflarını çekiyorum. En hoş ve estetik olanı da ceylanların heykeli. Üzerinde 1918 yazan Bozkurt Otel’den yukarı, batıya yöneliyorum. Sanayi çarşısı denebilecek, atölyelerin olduğu bir yere varıyorum. Rehbersiz dolaşıyorum. Duygularım ve gözlerim nereye yönlendirirse ben de oraya yöneliyorum. Eğin’in ünlü kapı tokmaklarının yapıldığı atölyedeyim. Her yanda kapı tokmakları asılı. Hepsi birbirinden zarif, değişik. İki usta çalışıyor. Onlarla konuşup fotoğraf çekerken asıl usta geliyor. Babaları Mustafa Demirci, beşinci kuşak kapı tokmağı ustası. Oğullarıyla çalışıyor. Ürünlerinin tanıtımının ve pazarlanmasının yetersizliğinden, ailelerinin geçimine yetmediğinden, ek iş olarak arıcılıkla uğraştıklarından söz ediyor.

Resmi kanallardan, resmi kurumlardan destek görüp görmediklerini soruyorum. Eski Devlet Bakanlarından Hasan Gemici, yirmi tane kapı tokmağı siparişi vermişti. Parasını dokuz ay sonra alabilmiştik. Belediye başkanımız, çeşitli yerlere gidiyor, ülke içinde ve dışında. Belediye başkanımıza, kapı tokmaklarımızdan da götürüp toplantılarda ürünümüzü gösterseniz, diyorum. Reklama girer, diye kabul etmiyor. Ata mesleği olarak sürdürmeye çalışıyoruz. Zamanla taklitçilik de başladı. Kapı tokmaklarımız, özgünlüğünü yitirir oldu, diyor Mustafa Demirci.

Burada esnaf olmak zordur. Kışın nüfus çok düşüyormuş. Geçim kaygısıyla insanlar, gurbete gidiyorlar. Kış koşulları çetinmiş. Kışın turistler de gelmiyor. Bir zamanların tarihi ipek yolunun önemli ticaret merkezlerinden biriymiş. Eğin, kışın içine kapanıyor. Tıpkı arılar gibi. Kovandaki balı temkinli kullanarak bahara çıkma savaşı veriyor. Doğudaki büyük, gelişmiş, doğal güzellikleri ve özgün mimarisi ile muhteşem bir ilçemiz. Bunca güzelliklerin arasında insanları da harika; yardımsever, sıcak, güvenilir, çalışkan. Her yan dağlık olduğundan, bahçelerin dışında ekime uygun arazileri yok. Bahçelerdeki dut, ceviz ve üzümler de geçimlerini karşılamıyor. Böylece gurbet ve hasret başlıyor. Eğin manileri de hep gurbet, hasret üzerinedir. İşte bunlardan biri:

Yine mi gurbete canımın içi?

Dar mı geldi sana Eğin’in içi?

Yalvarırım sana zalim katırcı

Hoş götür yârimi, olursun hacı

Kapı tokmakları atölyesinden ayrılıyorum. Sokakların, konakların fotoğraflarını çekiyorum. Parke taşlı, dar; ama temiz, şirin, bizden sokaklar. Konakların da neredeyse tümü Eğin’e özgü; ahşap giydirmeli, pencereleri kepenkli, kanatlı kapıları mıhlı ve tokmaklı. Hepsi bizden, hepsi özgün, güzel, vakur, mütevazı, soylu, ağırbaşlı, özverili, konuksever, kıymet bilir konaklar. Eğin’i Eğin yapan bu güzel konaklar. Arada bir iki yeni yapı var; ama bunlar özgün yapıya öylesine uyum sağlamış, öylesine beceriyle yumuşatılmış ki çizgileri hiç de aykırı durmuyorlar. Restore edilenlerin yeniliği bile dikkat çekiyor. Keşke bu yenilenen konaklar da hemen eskise de sıcacık bir görünüm alsa, bakanların içini ısıtsa, diyorum.

 Fotoğraf çeke çeke dağa yöneliyorum. Eğin, bu dağın yamacına yerleşmiş. Dağdan kaynayıp coşan, Eğin’i bereketlendirdikten sonra Karasu’ya karışan, içimi çok hoş, buz gibi suların başına kurulmuş Eğin. Eğin’in, Ermeni dilinde suyun gözesi, başı, kaynağı anlamına geldiğini öğreniyorum. Dağa en yakın yerde, birbirine yakın iki güzel cami var.Önünden, dağdan çağlayıp gelen suyun coşarak aktığı Orta Cami’nin görkemi göz alıyor. Büyük kubbenin altında, ışıklıkların her birinin üstünde, kilit taşlarında yer alan Bizans dönemi motifleri dikkat çekiyor. Pencerelerden birinin üstündeki taş kabartma motif de aynı dönemi yansıtıyor. Belli ki bu muhteşem cami, Ermeni ustaların eseri. Beyaz kesme taştan yapılmış. Ana kapının içindeki kapının kapanış düzeneği de ilginç. Kapıya çifte kayışla bir ağırlık asılmış. Kapı, bu kayışlı ağırlığın sayesinde, içeri girenin ardından, kendiliğinden kapanıyor. Minberi de ahşap oyma, geniş, güzel, görkemli bir cami. Önünden coşkuyla akan Kadıgölü deresiyle, çağlayanıyla daha bir hayat dolu Orta Cami.

Orta Cami’ye yakın bir yerde, hamam kalıntısı olduğunu tahmin ettiğim bir yıkıntı var. Duvarlarının çoğu çökmüş. Kemerler ve kubbeler sağlam. Kubbelerin birinde yan yana birkaç tepe deliği var. Duvarın içinden dolaşarak hamamı sıcak su ile ısıtan künkler olduğunu tahmin ettiğim kalıntılar da dikkat çekici öğeler arasında. Çok eski bir hamam olduğunu tahmin ediyorum. Kilise kalıntısı, hamam kalıntısı, eski mezar taşları, eski su bentleri, su değirmeni, eski çeşmeleri, camileri ve konaklarıyla Anka kuşuyla yolculuk yapmışım gibi hissediyorum. Eğin, tam bir masal ülkesi, tadına doyamadığım mistik bir huzur yolculuğu.

Yazdıklarımı okuyanlar, itiraz edebilirler. Ben, bilimsel bir yazı yazdığımı iddia etmiyorum. Tarihsel değerlere meraklı, rehbersiz, gözlemci bir gezginim yalnızca. Gördüklerimi, izlenimlerimi, duygusal yorumlarımla aktarıyorum. Nesnel olma gibi bir savım da yok üstelik.

Taşdibi Cami, kesme taşlardan yapılmamış. Değişik şekillerde taştan örülmüş duvarları. Ana kapının üstünde eski yazıyla taşa oyularak yazılmış kitabesi duruyor. Avlusunda birkaç mezar var. Bahçesinde de mezarlar var. Bahçesinde, yerde yan yana duran iki mezar taşı dikkatimi çekiyor. Taşa oyularak işlenmiş danteli andırıyor. Birinin üst kısmında sarık şekli var, diğerinin alt kısmı birkaç parçaya bölünmüş. Zamanında belki bembeyaz olan bu mezar taşları, şimdi kapkara görünüyor. Çok emek verilmiş, kuyumcu titizliğiyle işlenmiş bu mezar taşları bana göre birer sanat tablosu. Çok emek harcanmış iki mezar taşı, böyle ortalıkta bırakılmamalı, müzeye kaldırılmalıydı, diye düşünüyorum.

Daha önce Orta Cami’den kuzeye ilerleyerek jandarmanın arkasındaki kayalıkta yer alan Ermeni kilisesine ulaşmıştım. Ermeni kilisesinden geriye, kilisenin temeli kalmış. Geniş bir alana egemen olduğu belli oluyor duvar kalıntılarından. Sökülen duvarların taşları yığılı duruyor. Yığılı duran taşlar, kesme taş değil. Kesme taş olsaydı, çoktan götürülmüştü bir yerlere, kullanılmak üzere. Temelin üzerinde alıç ağacının son iki yemişi ziyaretçi bekliyordu. Saksağanların çokluğu da dikkat çekiciydi. Bu yüksek kayalıklardan, öksüz ve yetim Ermeni kilisesinin yıkık temelinden Eğin ve Karasu, harika görünüyordu.

 Eğin’de bin yıllarca yaşamış, zanaatla, ticaretle uğraşmış, Eğin’in Eğin olmasında ince beğenilerini ve emeklerini harcamış, Anadolu’nun kadim kültürünün yetkin unsurlarından Ermenilere ait mezar bulabilme çabasına da girdim. Eğin’de dolaştığım sürece, karşıma çıkan her kademeden insana sordum: “Ermeniler burada yaşadı ve üretti. Bu arada öldü ve gömüldüler. Mezarları nerede Ermenilerin?” Ermeni mezarlarının yerini bilene rastlamadım. Kimileri bir sır verircesine, fısıltıyla: “Ermenilerin Eğin’de mezarları olmaz olur mu, burada bunca yıl yaşamışlar? Bazı mezarları söktü attılar. Bazılarının da taşlarını bina ve bahçe duvarlarında kullandılar.”

Taşdibi Cami mezarlığından kuzeye doğru ilerleyince kendimi Mani Yolu’nda buluyorum. Böyle düzenlenmiş bir yol da Eğin’in köyü Ocak’ta var. Köye girişte yolun sağına, demir aksamlara asılmış süslü tabelalarda tasavvufi dörtlükler görüyorsunuz. Ocak köyündeki yola “ Ali Yolu” adını vermişler. Maniler, gurbet ve hasret manileri, içime hüzün dolduruyor. Oysa Eğin’de kendimi evimde hissediyorum. Eğin’de evimdeyim de tüm sevdiklerim, gurbete gitmişçesine hüzne gömülüyorum.

Mani Yolu’nun sonuna doğru, taşıdığım hüzünle sola; dağa doğru yöneliyorum. Dağa yakışan bir geniş basamaklı yol da yapılmış yamaca yukarı. Epeyce yürüdükten sonra zincirlerle birbirine bağlanmış koskoca kayalarla karşılaşıyorum. Sanki bunlar, bağlanmazsa Eğin’in üstüne yuvarlanacakmış gibi zincirlenmişler. Bu kayaları, bu koca halkalı zincirlerle zapt etmişler gibi. Koca kayalardan birinin altına da başka kayaları yığmışlar, aşağı yuvarlanmasını önlemek amacıyla.

Karanlık çökünce öğretmenevine gideceğim. Gitmeden önce de bana ödünç verilen hafıza kartını teslim etmeliyim. Belediyenin arka sokağında bir çayhanede oturuyoruz. Gençlerden İsmail Kutlu Gültekin, hafıza kartındaki fotoğrafları, CD’lere aktarıyor. Emanet kartı, İsmail’e bırakıyorum, Ahmet Beye vermesi için. Orada otururken, Eğin’de çıkan Dut Ağacı gazetesinden Mehmet Fuat Işık’la sohbet ediyoruz. Mehmet Beyden çok şey öğreniyorum, iyi ki rastlamışım ona diyorum. Bana Dut Ağacı gazetesinden iki sayı veriyor, fikir edinmem için. Bir ilçenin kültürünü en iyi yansıtabilecek, dergi gibi gazete. On altı sayfa, renkli baskı olması bir yana, içeriği çok zengin. Mehmet Fuat Işık, bana H. Hüsnü Koyunoğlu’nun güzel bir inceleme- araştırma kitabı olan “Bitmeyen Gurbet Eğin Kazası ( Şer’iye Sicillerine Göre XIX. Yüzyılda)“ adlı eseri armağan ediyor. Eğin gezim, akşam sohbetinden sonra öğretmenevine gidişimle, Malatya yolculuğuma adım atmamla sonlanacak. Ben, yine kayalıklara, kayalıklardan Eğin’i seyredişime döneyim.

 Zincirli kayaların üstünden de Eğin ve çevresi harika görünüyor. Beydağları’ndan da Malatya’yı, Karakaya Barajı’nı böyle seyrederdim. İster istemez aklıma Beydağı ve Malatya geliyor. Gurbet ve hasret manileri de tuz biber olunca. Beydağı’ndan Malatya’ya bakınca da aynı hüznü duyardım. Zincirli kayadan Eğin’e bakınca da benzer hasreti ve hüznü duydum. Bir Arguvan türküsü geldi dilime:

 “Akşam oldu, gün dağlardan aşmıyı

 Deli gönül, bildiğinden şaşmıyı

 Ben geçdim de soyha göğnüm geçmiyi

 Değmen çeksin, belasıdır göğnümün ”

 Mani yolundaki Eğin manilerini okurken, pek çok dizenin, Arguvan türkülerinde yer aldığını gördüm. Tema olarak da benzeşiyorlar. Ortak temaları: Gurbet ve hasrettir. Arguvan toprakları, kuraktır, insanlarını doyuramaz. Onlar da gurbete gider. Eğin’de de su çok; ama ekilecek arazi yok. Arguvan insanı da Eğin insanı da geçimini, kurtuluşunu gurbette arar. Yine de suyun hayat oluşu kendini kanıtlıyor Eğin’le. Arguvan’la kıyaslanamayacak kadar bayındır, büyük, zengin, görkemli, güzel, gelişmiş bir ilçe Eğin. Hasret, yüreklerini göğündürür, kavurur. Bu yakıcı hasret, Eğin manilerine ve mani özelliğinde söylendikten sonra ezgilendirilerek saz eşliğinde söylenen Arguvan türkülerine siner.

Eğin, benim güzel masal ülkem. Yarın sabah Malatya’ma dönüyorum; ama bil ki aklım, gönlün sende kaldı güzel Eğin’im. Yaşatılan acıları, onurluca saklayan, kadim kültürlerin hazinesi Eğin’im. Bil ki yine geleceğim sana masal ülkem Eğin’im…