20. yüzyıl, yeni sunmuş olduğu kitleselleşmiş eğlence araçlarıyla 19. yüzyılın edebiyat ve tiyatrosunu çoğu zaman ilerleyebilmek için yakıt olarak kullanmak zorunda kalan, ancak bir önceki yüzyılın tuhaf bir karikatürüne de kendini indirgemiş bir teknik-merkezli göç dönemiydi belki de. 19. yüzyılın bedenine sahip olurken ruhuna sahip olamayan bu yüzyıl, Fransız romancı (ve hatta Bourdieu’nün tabiriyle ‘sosyolog’) Gustave Flaubert ile yatağa girerken, şovmen Oprah Winfrey ile aynı yataktan kalkabilmenin şokunu yaşamıştı. Yemeğin sunuluşu lezzetin yarısıdır mübalağasının görsel temsil sanatını demir yumruğuyla yöneten televizyon dizilerince düstur haline getirilmesiyle de meslek dizileri gibi kitleselleşmiş karikatürler ortaya çıkmıştı.

Meslek dizileri de dahil olmak üzere bütün televizyon dizileri (ya da 1930’larda radyo dizilerini aşağılamak için kullanılan ifadesiyle “soap opera”lar ) 19. ve 18. Yüzyıl dedektif romanlarından, çocuk öykülerinden ve dramalardan esinlenirler. Ancak televizyonun bırakmakta olduğu bu “yeni drama” etkisi, çok daha farklıdır. Eğer medya kuramcısı Marshall Mcluhan’ın bir prensibi olarak, akla gelebilecek herhangi bir teknolojinin toplumsal bağlılık ve kişisel yaşamın her cephesini yeniden biçimlendirdiğini ve yeniden yapılandırdığını kabul edersek(1), yüzyılın “düşünme biçimleri”nin ve hatta siyasetinin, estetiğinin, cinselliğinin, din ve toplum anlayışının, mahallenin yeni emlak kralı olan bu tekniklerce geri döndürülemez ve topyekün bir dönüşüme uğratılmakta olduğunu da kabul etmek durumundayız. Bir yüzyıl öncesinde yaşayan orta sınıf bireyinin ya da işçisinin 24 saatlik yaşamında dramanın tuttuğu yer çok azdı ve belki de hiç bulunmuyordu. Tv dizileri türünün dramaya olan bu “süreklilik üstünlüğü”, bir merkezden dağıtılabilecek olan bir kültür dokusunun dolaşım hızıyla birlikte her Perşembe akşamının hac ve umre ziyaretlerine rakip olabilecek bir zihinsel yolculuk ile sonlanmasını sağlama potansiyeli taşıyor (sadece Tv Showları değil, devlet kanallarındaki Perde Arkası gibi ceset görüntülerinin dekor olarak eksik olmadığı ölüsevici resmi söylem mekanizmaları da dahil edildiğinde bu görme biçimlerinin yüz yıl öncesine nazaran etkisi daha rahat anlaşılır.) Kültür tarihçisi Raymond Williams, “Televizyon yaygınlaştığından bu yana dünyanın birçok bölgesinde, insanın kültür tarihinde daha önce hiç görülmeyen ölçekte ve yoğunlukta drama gösterimi olmuştur” diyerek izleyicilerin çoğu için her gün düzenli iki ya da üç saat çeşitli türlerde drama izlemenin yaygın olmasının “nadiren düşünülmeye başlanmış" olan “etkilerine” dikkat çeker(2). Deneyimlenen gerçeklikte ciddi bir yoğunluk artışı böylece sağlanabilmiştir.

Bu açıdan doktor, taksi şöförü, polis, öğretmen gibi işbölümüne ait kolların dramatize edilişi, yeni olmakla beraber tarihte ilk defa suç ve hastalık gibi olguları dramatik dikkate çevirmesi açısından da bir yenilik. Bu yapımların her bölümünde, bir önceki bölümdeki hikaye hiç varolmamışcasına yeniden belaya girilir ve çıkılır. Emek, ücretlendirme, tahakküm gibi fabrika bacası kokan konular, bu meslek sahiplerince hiç yaşanamayacak olan, ama dizi bölümlerinde de her gün yaşanan “macera”larla birlikte dikkatten kaçar. Gündelik yaşamda hiç de olimpiyat oyunları gibi şaşalı, ilgi çekici, gizemli ve heyecan dolu yaşanmayan bu rutin meslekler, her günü Truva’nın düşüşü gibi şatafatlı geçen maceralara dönüştürülür. Gündelik yaşamda ezilen meslek sahipleri, meslek dizilerinde dünyanın çevrelerinde hiç durmadan tur attığı Plutark ya da Homer’in kahramanlarına dönüşürler. Sosyal-tiplerin şişirilmesi ve gündelik yaşamın destansı anlatımıyla mevcut üretim, çalışma, meslek anlayışının oto-meşrulaştırmasına dönüşen bu dizilerde katharsis unsuru da “razı olma” ile yer değiştirir. Kıkırdak dokusu çıkmış hastaların çevresinde “leylakları sümbülleri soldurdun gonca gülleri” tadında gezen romantik ve maceracı doktorlar, “hazır figüran olarak gelmişken kameraya el sallamadan gitmeyelim” seviyesindeki oyunculuk ile kahraman polislerle destansı mücadelelere girişen suçlular, ya da İstanbul semtlerinde monoton bir şoförlük yaşamına boğulmaktansa sanki Erenköy-Andromeda galaksisi güzergahı arası yolcu taşır gibi duran asfalt şövalyeleri tarzı gerçekçilikten kaçarak uzaklaşmış sosyal tipler, bu yapımların olağan malzemeleridirler. Sıkıntıdan geçmek bilmeyen yoğun mesai saatleri, hiçbir anlamı olmayan ve Hegelci bir “çalışma” kavramının sönümlendiği sıkıcı ve anlamsız tekrarlar, bu yapımlarda yerlerini kitlesel olarak üretilen anlamsızlık iltihabına birebir olan meslek dizisi mitolojilerine bırakırken, üretim ilişkilerinin yeniden üretimi de görsel kültür tarafından garantiye alınır.

20. yüzyıldaki mekanik yeniden üretim olanaklarının, geçmişte sadece suç üzerinden yürütülen bir monotonluk gizleme çabasını daha önce düşünülemeyecek bir seviyeye çıkarmış olduğunu söyleyebiliriz. Marx, suçun gerçek bir üretim olduğunu dile getirirken onun sadece ceza kanununu değil, aynı zamanda “sanat, seçme edebiyat örnekleri, roman ve hatta trajediler” ürettiğini ve suçlunun “burjuva yaşamının monotonluğunu ve güvenliğini bozduğunu”, böylece çok önemli bir rolü yerine getirdiğini ifade ediyordu(3). Yarı-otomatik iş kollarının Tv sanatıyla mitolojik olarak hikayeleştirilmeleri ise suçun çekiciliğinin tek olanak olmadığını, doktorluğun, şoförlüğün ve hatta öğretmenliğin de görsel kültürün mitoloji müfredatında önemli dersler olarak yer alabileceğini göstermektedir.

Ticari girişim olarak meslek dizilerinin vazgeçilemezliğini anlamak güç değil. Medikal drama türündeki diziler arasında orta düzeylerde yer alan İngiliz Doctors dizisi dahi rahatlıkla 2 milyon izleyici sayısına ulaşabiliyor(4). Özellikle de Abd’de 60’lı yıllarla birlikte hız alan bu alan, hayali varlıkları Tv ekranlarına taşırken, gerçek işçileri yine o ekranlardan dışarı fırlatıyor. “Maaş yerine ücretli çalışanlar” grubunu “işçi sınıfı” olarak niteleyen Ehrenreich, işçi sınıfının Amerikan nüfusunun yüzde 60 ile 70'ini meydana getirdiğini, ancak medyada hiç bu oranda görünmediklerine dikkati çeker(5). Bu noktada rastlantılar, talihsiz aşklar ve her bölümde tekrarlanan klişelerle inşa edilen meslek anlatısının büyüleyiciliği, dikkati reel talep ve olaylardan gece kamp ateşi etrafındaki anlatılan hikayelere dönüştürebilme şansını tanımakta.

Theodor Adorno’nun güncelliğini yitirmiş olmasına ve elitist eğilimlerine karşın halen bir derece açıklayıcı gücü barındıran görüşü, üst ve alt kültürleri birleştiren kitleselleşmenin üst kültürü derinliksizleştirirken, alt kültürün isyankârlığını da sıfırladığı üzerine temellendirilmişti(6). Hayatın nesnel, toplumsal ve tarihsel temellerinin trajedilere gebe olduğu bilinen bir gerçek. Ancak isyankârlığının sıfırlandığı ve derinliğin altın makaslarla kırpıldığı bir trajedinin “doğallaştırma” dışında bir sonucunun olması da hayli güç. Epikürosçu Polis Amiri Muhittin, ya da Stoacı Taksi Şöförü Kamil’in ekrana yansıtılması, ya da 18. Yüzyıl Aydınlanma figürlerinin fotoğraflarının bukleli saçlarıyla berber camlarına asılması beklenemez tabii olarak, ancak yaşanan olayların değil, anlatının kendisinin anti-entelektüalist ve gizemlileştirici yapısı, meslek dizilerinin radyo dramalarıyla başlayan bir geleneğin en olumsuz yan ürünleri olarak taçlandırılmalarını mümkün kılıyor.

Alıntı Yapılan Kaynaklar:

1 Mcluhan, Marshall, Fiore, Quentin (2008), The Medium is the Massage, Penguin Books, London, s:8

2 Williams, Raymond (2003), Televizyon, Teknoloji ve Kültürel Biçim, Dost Yayınları, Ankara, s:49

3 Marx, Karl (2001), "Theories of Surplus Value", Marxism and Art: Essays classic and Contemporary içinde,Solomon, Maynard, Wayne State University Press, Detroit, s:37

4 Türünün ‘orta karar’ izlenenlerinden olmasına ve on yılı devirmesine karşın hala rating oranlarını artırabilmesi şaşırtıcıdır: http://www.ttx.co.uk/news/36/

5 Ehrenreich, Barbara, (1995), “The silenced majority: why the average working person has disappeared from American media and culture", Gender, Race, and Class, Media: A Text Reader içinde, Sage, London, s:40-41

6 Adorno, Theodor W. (2009), Kültür Endüstrisi, İletişim Yayınları, İstanbul, s:110