Türkiye ilginç ülke.
“Cemaat ile iktidar sorunu”nu keşfetmek için “şike” gerekti.
Şike yasası etrafındaki çelişki ve tartışma, “Cemaat ile iktidar çelişkisi” diye izah edildi.
Yani temizin de kirin de ayrı pası var!
Şahsen her iki güzide topluluğun uzmanı değilim.
Kıyısında da değilim, koyusunda da.
O yüzden size içeriden, yandan bir şey diyemem.
Ama bir “ittifak”ın “karşılıklı çıkar”a dayandığını; her ittifakın, şartlar değişince kendi içinde çatışacağını “başka yerler”den bilirim.
Çak diye çakışan, çat diye çatışır da.
Nihal Bengisu Karaca madde madde güzel sıralamıştı.
Muhtemelen “Dink cinayeti” etrafında olanları maddelere eklemeyi unutmuş olmalı.
Yoksa, İsrail meselesi üstünde cemaat-iktidar çatışmasını bile vurgulamış.
Nasıl yani!
One minute!
Cemaat ile iktidar, İsrail meselesinde niye çelişir ki!
Hay Allah!

***

Çatışma denen bu meselede benim dikkatimi tali bir vaziyet çekti:
Gazeteciler de, iktidar ittifakının cephelerine dağılıp siperlerine girmiş, çatışıyor.
Kimi cemaat safından, kimi AKP’nin (güçlü) yanından konuşup yazıyor. Ya da şimdilik susuyor.
Ve biz, “Katip gazetecilik” kültürümüzde, “Tek parti katipleri; Cephe katipleri; Darbe katipleri; Genelkurmay katipleri; 28 Şubat hükümetleri katipleri; Piyasa katipleri”nden sonraki aşamanın yeni aşamasını idrak ediyoruz.
Sadece iktidar katibi olmakla kalmayan, iktidar iç savaşı katipleri!

***

Eskilerin, kıdemli katiplerin yaptığını hep beraber ayıplamıştık Hocam!
Bu da günah değil mi?
Ne fark var şimdi?

***

Bu kadar aidiyet duygusunun, duygu bir yana, bağımlılık hazmının bağımsız gazetecilikle ne ilgisi var?
Bağımsızlık, kimden bağımsız ama kime bağımlı olduğunuza dair bir şekil değildir ki…
Hakikaten bağımsız olmaya, bunun gayretine, ilkelerine ve az çok tutarlılığına dairdir.
Şike dahi, bağımlılıkların, aidiyetlerin bir iç savaş meydanı oluyorsa…
Sadece topun falsosunda değil…
Her haberin, her kelimenin üstünde aidiyet gölgesi vardır.
Gazeteciliği aidiyet bağımlılığının neticesi kılana ise…
Kalem efendisi bile denmez…
Kaleminin efendisi hiç denmez.
Efendinin kalemi…
Efendisinin kalemi denir!

***

Sonra gel…
En güzel hikayelerini anlat!



Yarım asır sonra yine füze, yine casus…

Tam 50 yıl olmuş.
O zaman mesele “Küba’daki Sovyet füzeleri”ydi.
Başkan, Obama’nın süt beyazı, Kennedy.
Dünya yine barışa marışa umutlanmış ama hevesi kursakta kalmış idi.
Zaten henüz Eisenhower başkanken, 1960 Mayıs ayında Sovyetler Birliği topraklarına düşen bir ABD U2 casus uçağı krizi şiddetlendirmiş, Soğuk Savaş’ı ısıtmıştı.
Sovyetler, hem üslerdeki füzelerden hem de U2 uçuşlarından dolayı Türkiye’yi de suçlayıp bu üsleri vurabileceklerini ima etmişti.
Uçağın pilotu İncirlik’teki ABD birliğindendi.
Bir taraf Küba’yı, bir taraf Türkiye’yi hedefe koymuştu.
Kennedy, casus uçak faaliyetlerine son verdiğini ilan etti. Kendi hayatına son verilmeden bir yıl kadar önce.
Şimdi İran topraklarında, bu kez pilotsuz bir casus uçak.
Türkiye’de yine füzeler, füze kalkanı.
Bu kez İran gerekirse Türkiye vurabileceğini ilan ediyor.
Tek fark şu:
Küba artık daha rahat! Kıt kanaat olsa da keyfine bakıyor.
Duvarlar çöktü, Sovyetler yıkıldı, neler oldu; döne döne geldiğimiz noktaya bak.
Yine komşulara karşı füzeler, yine komşulardan bize füzeler; yine komşuya düşen ABD casus uçağı, yine üslerimiz, yine ileri karakol ülserimiz.
Yine hicran!