Almanya’da yargılamasına başlanan Neonazi davasının Türkiye’yle özdeşleşen kısmını yalnızca ırkçılık olarak görebilirsiniz. Hatta ırkçılığın bir suça sebebiyet vermesi nedeniyle fazlasıyla kapsayıcı olduğunu, diğer hususların bir önemi olmadığını düşünebilirsiniz.

Oysa dava bundan ibaret değil. Neonazi cinayetlerinde asıl aydınlatılması istenen konu, devlet istihbarat örgütlerinin, yani Alman MİT’inin bu cinayetlere göz yumup yummadığı, hatta bu cinayetlere karışıp karışmadığı. Çok değil bir sene önce biz de benzer bir meseleden MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın sorguya çağrılması üzerine aynı tartışmaya girmiştik: MİT sorgulanabilir miydi? Ne kadar şeffaf olabilirdi? ‘Kamu yararı’ öngörüldüğü sürece şeffaflık göz ardı edilebilir miydi?

Açıkçası bu tartışmada, önümüzde Kürt meselesi dururken, insanlar ölmeye devam ederken taraf olabilmek çok zor gelmişti bana. “Ne olursa olsun, yeter ki Kürt meselesi çözülsün, ölümler dursun” diye düşünmüştüm. Ama Almanya’daki Neonazi davasını biraz daha derin incelediğimde, MİT tartışmasını tekrar düşünmeye başladım. Çünkü şeffaflıkla kamu yararı arasındaki çizgi çok belirsizdi ve ipin ucu her an kaçabiliyor, korkunç bir sonuca yol açabiliyordu. MİT ile ilgili yaşadığımız şeffaflık sorunu belli ki evrensel bir sorundu. Gelişmiş ülkelerde de bu sorun hâlâ tartışılıyordu. Ve neticede istihbaratın şeffaflıktan yoksun olması, Almanya’da 8’i Türkiyeli, 1’i Yunan 10 kişinin öldürülmesiyle sonuçlandı.

Bu cinayetlerde en can yakan soru ise şuydu: Irkçılığın bedelini nesillerdir ödeyen ve bunun üstesinden gelmeye çalışan bir devlet olan Almanya, konu göçmenler olunca cinayetleri hafife mi almıştı? Daha kaba tabiriyle, Yahudi soykırımının ardından yapılan bütün yüzleşme çabaları boşuna mıydı? Almanya, Türkiyeli göçmenlere gözdağı mı veriyordu? Neticede Almanlardan, birkaç nesildir hayatlarını Yahudi soykırımı üzerine inşa etmiş bir milletten bahsediyoruz. Nazi partilerinin kurulmasına müsaade etmeyen bir anayasa, yasalarla ırkçılığı sıkı bir şekilde denetleyen bir ülke var karşımızda.

NSU ve istihbarat ilişkisi

Peki, Almanya gibi soykırımı kabul etmiş, ırkçılıkla devlet yoluyla mücadele eden bir ülkede bu cinayetler nasıl gerçekleşti? Yaşananları kısaca anlatmak gerekirse; NSU (Nasyonel Sosyalist Yeraltı), aşırı sağcı bir yeraltı örgütü olarak organize olur. Her ne kadar ‘gizli’ örgütlense de internetten kolayca üye olunabilen NSU, şiddete eğilimiyle devletin dikkatini çeker.

1996 yılında kurulan ‘Thüringer’li Vatanseverler Örgütü’ de benzer şekilde Neonazi görüşlere sahip bir yeraltı örgütüdür ve Almanya İstihbaratı’yla işbirliği yapar. Burada Almanya İstihbaratı’nı biraz açmak gerekiyor. Almanya’da üç farklı istihbarat grubu var: Dış İstihbarat, Askeri İstihbarat ve Anayasayı Koruma Dairesi. İç istihbarat’tan Anayasayı Koruma Dairesi sorumlu ve örgütlerle işbirliğini de o yapıyor. 2001 yılına kadar Thüringer’li Vatanseverler Örgütü’nden NSU ve diğer aşırı sağcı gruplarla kurduğu ilişkiler hakkında bilgi satın alan Anayasa Koruma Dairesi’nin, bu bilgiler karşılığında 100 bin euro gibi bir ödeme yaptığı biliniyor.

Ancak 2000-2006 yılları arasında işlenen cinayetler ve Türkiyeli göçmenlerin evlerine yönelik kundaklamalar arasında herhangi bir ırkçı bağ kurulmaz. Ta ki 2011 yılında Anayasa Komisyonu Dairesi muhbirlerinden birinin cinayetlerden birinin mahallinde görülmesine kadar.

Ardından Bavyera Eyalet Meclisi’nde cinayetlerle ilgili bir komisyon kurulur ve soruşturmada pek çok hata yapıldığı ortaya çıkar. Bu hatalar, Anayasa Koruma Dairesi’nin aşırı sağcı örgütlerde çalışan muhbirleriyle ilgili şüpheleri arttırır. Ayrıca komisyon önemli istihbaratların üzerine gidilmediğini de tespit eder. Üstelik NSU içinde 540-550 kişinin bu cinayet ve kundaklamalardan haberdar olduğu, hatta cinayetlerin ardından bu kişilere internet üzerinden müzikli yayınlar yapıldığı ve cinayetlerin kutlandığı öğrenilir.

Davadan beklentiler

Bütün bu karmaşık ilişkilere ve cevapsız sorulara rağmen mahkemeden beklenen sadece suçların tespit edilip ispatlanması ve sanıkların hak ettiği cezayı alması. Asıl beklenti ise Meclis’ten. Çünkü Anayasa Koruma Dairesi’nde bir şeylerin yanlış gittiğine dair çok sayıda delil var. Almanya’da yaşayan 3 milyon Türkiyeli göçmen, devletten şeffaflık bekliyor. Sadece üzüntü belirtilmesini yeterli bulmuyor, bu istihbarat sisteminin bir daha ipin ucu kaçmayacak şekilde şeffaflaşmasını istiyor. Nitekim Anayasayı Koruma Dairesi de daha şeffaf bir yapılanmaya gideceğini ve Türkiyeli göçmenlerle daha yakın ilişkiler kurarak onların her türlü sorusuna yanıt verebilmek için ortamlar yaratacaklarını dile getirdi.

Aynı hikâye, aynı korku

İpin ucu kaçtığında hep aynı şey olur, elimizde deliller ve iddialar, o varla yok arası doğrunun varlığını, bazen de sadece ikrarını duymak isteriz. Görmek isteriz. Türkiye’de de benzer bir şeffaflık sorunu var ve bazen ipin ucunu kaçırdıklarında canımız çok yanıyor. Neonazi davasındaki detaylar, Hrant Dink davasından sonra bana hiç de yabancı gelmedi. Asıl yabancı gelen, Almanya’nın yüzleşme sürecine hakkını veren bir devlet olmasının yetmemesiydi. Çünkü bu topraklarda barış derken reformlarla içimize sinecek bir şeymiş gibi bahsediyoruz. Oysa anlaşılan, ırkçılık bir kere yeşerdi mi, gözümüzü barışın üzerinden bir an bile ayırmamamız gerektiği... Ve ‘barış’a rağmen, ölümlerin durmasına duyduğumuz ihtiyaç kadar şeffaflığa ihtiyaç duyduğumuz gerçeği. Bugüne kadar yaptığımız ‘Kamu yararı mı şeffaflık mı’ tartışmasının üzerinden belki de bir kez daha geçilmesi gerekiyor. Belli ki şeffaflığı kamu yararından ayrı değil, kamu yararıyla paralel gördüğümüzde içimiz rahat edebilecek. (Radikal)