Babamın kendisinden oldukça büyük bir kuzeni vardı.

Adı Ohannes’ti.

Çoğu Ermeni gibi adını Kutsal Kitap’tan almıştı.

12 Şakirt’ten biri olan Yuhanna’dan, gâvurcası John olandan.

Sekiz çocuğunu bin bir meşakkatle büyütmüştü.

Bir kısmı dünyaya saçılmış, bir kısmı ise yakınındaydı.

Hepsini çok sever, Allahın her günü onların adını anardı.

Sanki o sekiz çocuk tek bir çocukmuş gibi, sanki tek bir çocuğu severmiş gibi...

Hepsini aynı ayrıntılı özenle hatırlar, bilir ve severdi.

Babamın Yenişehir Dolapdere’deki dükkânına sık sık gelir, benimle rastlaştığında öper koklar, sıkı sıkı kucaklardı. Sevgisi o kadar gerçek ve samimiydi ki, elimle tutabilecek kadar katılaşırdı bazen.

Elimle tutardım...

***

Biliyorsunuz, çocuk dediğiniz garip mahlûk sevgiyle yaşar, sevgiyle büyür.

Yiyeceğin, mamanın katısını öğütemez ama, sevginin en katısını, en hacimlisini bir lokmada kalbe indirir, hiç doymaz.

Nasıl doysun!

Bu soğuk ve yabancı dünyaya düşen garibimin korkusunu, üşümesini, yürek çarpıntısını giderecek tek müsekkin, ana babasının, çevresinin “Korkma yanındayız, seni hiç bırakmayacağız, sen çok değerlisin, biriciksin bizim için” diye tercüme olan sevgisidir.

Allah en değerli şeyi, sonsuz ve meccanen vermiş bize: Sevgi...

O nedenle, çocuğu iyi yetiştirmek için gerekli olanın önce kolej parası olduğunu düşünsek de, ııh öyle değildir.

Eğer yoksul bir aile, sevgide de yoksul değilse, çocuğunu çok sağlıklı ve kendine güvenli yetiştirebilir.

Bence bu büyük bir imkândır.

Mazereti ise yoktur.

***

Ohannes Amca, bir kılıçartığı idi. Yani 1915’ten sonraki ilk nesil.

Babamlar ise bir sonraki nesle aittiler.

Doğduğum, büyüdüğüm ve okuduğum tüm çevrede bu ikinci neslin evlatları ile birlikte oldum.

Sonra, biraz daha etrafıma bakınca, Müslümanların, Türklerin, Kürtlerin de aynı nesillerde, aynı aile karakterini taşıdığını gördüm.

Türkiye aslında kılıçartığı bir neslin üzerinde yükseliyordu. Balkan, Kafkas soykırımlarından kaçan yüzbinlerce göçmen Osmanlı’ya sığınmıştı. Yeni kurulan Türkiye’yi –Türkleşmek koşuluyla- vatan seçmişlerdi.

Zaten çareleri de yoktu.

Kalsalar öleceklerdi. Anne babaları gibi...

***

Hayatım boyunca bu sorunun cevabını aradım.

Neden bu ülkede insanlar bir türlü büyümüyorlardı ki!

Niye bu kadar öfkeliydiler, neden bu kadar şiddete temayüllüydüler?

Neden çocuklara bu kadar hoyratça davranılıyordu?

Ya yokmuş gibi görünmez, ya da varolunca ehemmiyetsiz...

Bu ülke büyümemiş çocukların vatanıydı!

Türkiye...

***

Benim çocukluğumda hiç bisikletim olmadı biliyor musunuz?

Bir de ayağıma uygun, içime sinen tek bir kunduram.

Sebebi fakirlik değil, anlatınca güleceksiniz...

Çünkü babam, babasını altı yaşında kaybedip o yaşta çalışmaya başlamıştı.

Altı yaşında bir çocuk nasıl çalışır! Evet, simit ve gaste satmıştı.

Annem ise hem yetim hem de evlatlık verilmişti. O da dört beş yaşında...

İkisi de aile nedir bilmiyorlardı.

Anne baba sevgisi nedir hiç tatmamışlardı. Sıcak güvenli bir yuva bilmemişlerdi.

İyi niyetle herşeyimizi karşılamaya çalıştılar, ama bazen sekerdi bu çabalar.

Babam bana çok ayakkabı almış, ama numaramı bir türlü tutturamamıştı mesela.

Hep ayağımı sıkan, ya da iki numara büyük ayakkabılar giydim ben.

Eve üç kez bisiklet geldi. Üçü de bizim dükkâna geri gitti.

Dokuz yaşımdayken babam eve boyum kadar bir yarış bisikleti getirmişti.

Büyüyünce de kullansın diye.

Annem “Altında kalır ezilir Aram, götür şunu allasen” dedi.

Bu üç kez farklı ‘boyutlarda’ tekrarlandı.

Bence bu hikâye Türkiye’yi anlatıyor.

Biz yetimler, öksüzler, kırımlar ülkesiyiz.

Gerçek bir aile nedir bilmediğimiz için, halk da olamamışız.

Sevgisiz, içinde hırçın çocuklar barındıran, büyüyen bedenler olmuşuz.

Hep sevgiyi, değer ve ilgi görmeyi bekleyen hırçın çocuklar...

Korktuğunda kaba kuvvete yönelen, kaçan, yüzleşemeyen...

Ama müjdeli bir haber vereyim size:

O GÜNLER GEÇTİ...

Dün, Müslümanlardan, Türklerden, devletten, polisten, askerden, sarı matbu zarflardan, takım elbiseli devletlûlardan hiç hazzetmezdim ben.

İtiraf ediyorum, bu böyleydi.

Hepsi benim için yabancı ve tehlikeliydi.

Ama gün geldi, kovuğumdan başımı çıkardım ve gördüm ki...

Hepimiz insanız yahu!

Hepimiz aynı dertlerden mustaribiz. Hepimiz hastayız...

Kafamdan sonra, bedenimi ve ruhumu da oyuğumdan çıkarttığımda, bir de ne göreyim!

Fırtına geçmiş.

O GÜNLER GEÇMİŞ...

***

Şimdi büyümeye, iyileşmeye, iyileşmek için sevmeye çalışıyorum.

Kendi üzerimden yazmam, en iyi kendimi bildiğimdendir.

Bilirim ki, insan ancak kendiyle yüzleşince dünyayı daha doğru anlar.

Hepinize karşı içimde coşkun bir sevgi var.

Müslüman’ı, Türk’ü, Çerkes’i, polisi, askeri, ülkücüyü...

Çok ama çok seviyorum.

Hepimizin altına kalınca bir çizgi çektim.

Altına İNSAN yazdım.

Tüm kusur ve mucizeleriyle İNSAN.

Bu yazıyı okuyan herkesten tek bir ricam var yalnız.

Çok ama çok önemli.

Ne olur, siz siz olun, çocuklarınızın ayağına tam oturan ayakkabılar alın.

Herşey orada başlıyor çünkü.